‘’Kartal günü kurtardı‘’
Yalnız eylül değil, ekim de hazan ve hüzün ayıdır. Bu, tabiat için de böyledir, hayat için de... Ancak bazı ekimler vardır ki, dert, kasavet, acı ve kahır da eşlik eder, geleneksel hüznüne... Bu yıl da böyle oluyor gibi... Bir yanda yurdun dört bir yanından kalkan şehit cenazeleri, diğer yanda pusuda bekleyen ekonomik kriz tehlikesi. Bu ekim zor geçecek.
Durum Üç Büyükler için de farklı değil. Ekimin başında olmamıza karşın, her üçünün de teknik kulübesini yangın sarmış durumda. İçlerinde durumu en zor gözüken Ertuğrul Sağlam. Oysa en sağlam (!) durması gereken oydu. Oturmuş takımla ikinci yılıydı ve transfer oparesyonunun da başında o da vardı. Yani, günahı da ona, sevabı da! Tabii Sinan Engin’le beraber! Neden faturanın sadece Salam’a kesildiğini anlamak mümkün değil. Ve görev başındayken başkanın bir başka teknik direktörle görüşmesini Ertuğrul Hoca’nın nasıl sindirdiğini de...
Neyse, bu ahval ve şerait içinde Beşiktaş’ın dün gece işi hiç de kolay değildi. Olmadı da zaten. Üstelik, her ne kadar geçen yıl ki gücünden uzak olsa da karşısında taş gibi bir takım vardı. Hacettepe, gerçekten çok iyi mücadele etti. Etkili pres yapan Başkent ekibi, sahanın her yerinde rakibine iyi bastı. İkinci topların da çoğu Hacettepeli oyunculardaydı. Tek eksikleri hücumda çoğalamamalarıydı.
Buna mukabil Beşiktaş savruktu. Bir türlü oyuna hükmedemedi. Hücumda organize olamadı. Hal böyle olunca şişirme toplarda Batuhan’dan medet umdular. Genç golcü doğrusu bu alanda başarılıydı. Ceza alanına düşen her topu idirirerek arkadaşlarını pozisyona sokmaya çalıştı. Galibiyette aslan payı onundu. Tabii, Zapatocny-Sivok ikilisini de unutmamak gerek. Hacettepe’nin hiç de haketmediği bir yenilgi aldığı maçın en anlamlı fotoğrafı, her iki takımın da sahaya şehitlerin fotoğraflarıyla çıkmasıydı.
Bu sonuç, eğer Sağlam görevde kalsa da kalmasa da çöpü halının altına süpürmekten başka işe yaramayacak. Beşiktaş’ı da zor bir ekim bekliyor.
‘’Yeni Seba: Aziz Yıldırım‘’
Nankörlüğün tarihi yazılsa, herhalde Türkiye'ye özel bir bölüm ayrılırdı. Zira, bizim kadar ahde vefa konusunda sabıkalı bir millet yoktur. Kimimiz balık hafızalı olduğumuz için, kimimiz de rantımız kesildiği için verilen hizmetleri, yaratılan değerleri bir çırpıda unutur gideriz.
Geçmişte Beşiktaş tribünleri "Ahmet Dursun, Seba gitsin" dedi. Ve Seba, bağrına taş basarak gitti. Çamur içinde antrenman yapan, farelerin cirit attığı harabelerde soyunup giyinen bir takımı alıp modernize eden, Beşiktaş'ı Beşiktaş yapan Seba, emeklerinin karşılığını küfür yiyerek ve yuhalanarak aldı. Artık inzivada, kırılan kalbini onarmaya çalışıyor.
Şimdi yeni bir Seba'mız daha oldu: Aziz Yıldırım. Onun Fenerbahçe'ye verdiği hizmetleri bu satırlara sığdırmamıza imkan yok. Yaşadığı kaoslardan tam alabora olmak üzereyken Fenerbahçe'yi alıp dünya kulübü yapan Aziz Bey'in, kendi yaptırdığı statta istifaya çağrılması, vefasızlığın, kadir-kıymet bilmezliğin vardığı en uç noktadır. Ve rezilliğin dik alasıdır.
Seba ve Yıldırım'a karşı bu insanlık suçunu işleyenler, vebalini öte dünyada bile ödeyemeyecek.
‘’Skibbe'nin eseri!‘’
Bağrımıza kör bir bıçak gibi saplanan ölüm haberleriyle darmadağın olduğumuz, hayatın anlamını bir kez daha sorguladığımız şu günlerde Bursa’daki maç öncesi atmosfer de farklı değildi. Öfke, hüzün, acı ve isyan... Bir futbol gecesi değil de, şehitlere saygı gecesiydi adeta... Türkiye, bu belanın üstesinden gelecektir er geç, ama yitip gidenler bir daha geri gelmeyecek işte... Yakıcı gerçek de bu...
Hafta içinde UEFA Kupası’nda gruplara kalarak moral bulan Galatasaray için belki de ligin en zorlu deplasmanıydı Bursa... Kağıt üzerinde favori gözükse de, Bursa’da kaybedilecek puanlar hiç de sürpriz değildi Cim Bom için. Hatta oynadığı kötü futbolu göz önüne alırsak, normal bile denilebilir.
Galatasaray’da aksayan o kadar çok şey var ki, hepsi ayrı bir yazı konusu olur. Her şeyden önce takım savunmasında ciddi sıkıntılar yaşıyor Sarı-Kırmızılı ekip. Galatasaray hücum hattı, ileride Bursalı oyunculara hiç basmayınca, Yeşil-Beyazlılar, başta Yusuf olmak üzere elini kolunu sallaya sallaya atağa çıktı. Çok sayıda da pozisyon buldular. Bursalı forvetler biraz daha becerikli olsaydı, Galatasaray sahadan hezimetle ayrılabilirdi. Tabiri caizse Bursaspor, Galatasaray’ı sahanın her yerinde ezdi. Tel tel dökülen Galatasaray’da Ayhan’dan başka ayakta kalan adam yoktu.
Tabii, bu sonucu hazırlayan da Skibbe’den başkası değil. En başta takım tertibinde hata yapan Alman çalıştırıcı, oyun içinde de hiçbir taktik değişikliğe gitmedi. Takım 2-0 geriye düştüğü anda bile, üstelik sahada bu kadar formsuz futbol varken oyuncu değiştirmeyi düşünmeyen Skibbe, Galatasaray’ın en iyi seyircisiydi! Gerek ligde, gerekse Avrupa’da çekirge misali zıplayan Galatasaray’a umarım bu yenilgi bir ders olur. Aksi takdirde, bu kenar yönetimiyle ve oyun anlayışıyla taraftarına kahır dolu bir sezon yaşatması kaçınılmaz olur.
‘’Hepsi Alpaslan!‘’
Galatasaray bir düştür; gözlerinizi kapar kapamaz zihninize üşüşür. Galatasaray bir aşktır; yüreğinizi kor ateş gibi alev alev yakar. Galatasaray bir tutkudur; ruhunuzu, bedeninizi teslim alır. Galatasaray bir aidiyettir; hayatın bir parçası değil, ta kendisi olur. Galatasaray bir onurdur; bir parçası olmaktan kıvanç duyarsınız. Galatasaray bir gururdur; yeryüzünün her kara ve deniz parçasında göğsünüzü gere gere, başınız dik dolaşırsınız.
İşte Alpaslan Dikmen için de Galatasaraylılık, hayata dair tüm bu değerleri temsil ediyordu. O da Galatasaray’a gönül veren her Sarı-Kırmızı aşık gibi, bir ömür sevdalısının peşinde koştu, durdu. Galatasaray’la ağladı, Galatasaray’la güldü. Yalnız bununla kalmadı. Tribünde yarattığı değerlerle kulübüne zenginlik kattı. Oluşturduğu Ultraslan Gurubu’yla yerleşik taraftar kltürünü değiştirmekle kalmadı, bir çok sosyal projeye de imza attı. Kırk küsür yıllık ömrüne bir UEFA, bir de Süper Kupa sığdırdı. Daha yaşayacak zaferler, alınacak kupalar, fethedilecek Avrupa kaleleri vardı. Yarım kaldı. Galatasaray için çarpan yüreği bu dünyada durdu. Ancak eminim, çıktığı o en uzun deplasman yolculuğunda yine Sarı-Kırmızı renkler için o yürek çarpmaya devam edecek.
Mamafih Cim Bom durmuyor. Yeni bir Avrupa seferine daha çıktı. Bu kez Alpaslansız. Belki dün çok iyi oynamadı. Fakat mücadelesiyle, yardımlaşmasıyla olumlu not aldı. Uzaklardan, bir yerlerden takımını gururla izleyen Alpaslan Dikmen’e böylece bir selam yolladı. Mesaj ise gayet netti: Rahat uyu Alpaslan’ım, bu yolun sonu Şükrü Saracoğlu!
‘’Yıldırım ve Polat'ın anlamlı savaşı‘’
Futbol dünyamızın iki renkli figürü Kazım Kanat ile Alpaslan Dikmen'in (Her ikisi ayrı bir yazının konusu olacak) apansız aramızdan ayrılması nedeniyle hayattan çok ölümün konuşulduğu şu günlerde iki başkanın anlamlı mücadelesi ve haklı isyanı gürültüye gidiyor. Aziz Yıldırım'ın tribün çetelerine ve rantiyelerine karşı verdiği savaş ile Adnan Polat'ın 'kasap' diye tabir edilen futbolcuların sahadaki kasti sertliğine isyan bayrağını açması, Türk futbolu açısından yeni birer açılım olmuştur. İki başkanın kalıpları yıkarak, Türk futbolunun önünde yeni ufuklar açması, sahip olduğumuz ilkelliklerden kurtulmamız için önemli bir fırsattır. Her iki sorun da Türk futbolunun yıllardır kanayan yarasıdır. Yalnız kulübüne değil, ülkemize de modern bir stat armağan eden Aziz Bey, şimdi de o stadı kullanacak modern insanı inşaaya soyunmuştur. Keza, Sayın Polat da, milyonlarca dolar yatırım yapılıp ülkemize getirilen ya da kendi bünyemizden çıkardığımız yıldızları, yeteneksiz, cahil ve acımasız futbolcular ile muhteris teknik adamlara karşı korumaya almıştır. İki başkanın da, bugüne kadar hiç olmadığı kadar top yekün futbol kamuoyunun desteğine ihtiyacı vardır. Tribünleri, kulüpleri, yönetimleri, namuslu ve dürüst futbolcularla teknik adamları 'pes' ettiren, teslim alan bu iki çapulcu zihniyetin futbol sahalarından çekilmesi için belki de, bu son fırsattır. Kullandık, kullandık... Aksi takdirde cehenneme giden taşları döşeyenlere harcı da biz karmış oluruz. Ki, bunun vebali çok ağırdır. Asla altından kalkamayız.
‘’Beşiktaş'ın belalısı!‘’
Beşiktaş’ın sembol yazarı Kazım Kanat’ın bir ömür boyu Siyah-Beyazlı renkler için atan kalbinin hafta içinde aniden durmasının acısı henüz tazeliğini korurken, zordur çıkıp futbol oynamak da, seyretmek de... Bu zorluğa İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin mücadeleci futbolu ile Atatürk Olimpiyat Stadı’nın heyula gibi duran boş tribünleri eklenince, Beşiktaş için kabus senaryoları yazılmaya başlanmıştı. Maçın hemen başında atılan gol bile pek umutlu bir hava yaratmamıştı, stadı dolduran 1500 kadar Siyah-Beyazlı taraftar için. Bu karşılaşma bir kez daha gösterdi ki, Olimpiyat Stadı’nda maç oynatmak takımlar için de, taraftarlar için de, biz basın mensupları için de cezadan farksızdır. Bu karşılaşma İstanbul’un her hangi bir stadında oynansa tribünler bu kadar boş kalır mıydı?
Gerek kadro zenginliği, gerekse futbolcu kalitesi bakımından ligin en iyi takımlarından biri olan Beşiktaş’ta Ertuğrul Sağlam’ın sürpriz tercihleri dün geceki maçta da devam etti. Bobo ile Uğur İnceman’ın maça yedek çıkması, Ekrem Dağ’ın ilk 11’de yer alması herkesi şaşırtmıştı. Ancak buna karşın Beşiktaş’ta sahaya çıkan kadro İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ni rahatlıkla yenebilecek kaliteye sahipti. Delgado ile Tello’nun tutuk futbolu, son yıllarda yakalanan en iyi defans kurgusunun bu maçta verdiği açıklar, Belediye’nin dinamik oyunu ve hakemin tartışmalı kararları bile buna engel olamazdı. Gel gelelim, Beşiktaş’ta yolunda gitmeyen bir şeyler var. Siyah-Beyazlı takım, zaman zaman oyundan kopuyor. Bu bölümlerde de inisiyatifi rakibe bırakıyor. Dün geceki maçın büyük bölümü, özellikle de ilk yarısı Belediye’nin kontrolündeydi. Oysa Siyah-Beyazlı takım önde götürdüğü bölümde tempoyu yükseltse, oyunu rakip yarı alana yıksa Belediye’nin direncini kırar ve maçı koparabilirdi. Fakat bırakın bunu yapmayı, maçın geneline ve kaçan fırsatlara baktığımızda Kartal’ın beraberliğe bile şükretmesi gerekir. Umarım bu sonuç Beşiktaş’a bir uyarı olur. Aksi takdirde dün geceki oyunuyla perşembe günü Ukrayna’dan turla dönmesi çok zor olur.
‘’Kaptan Mert Nobre!‘’
Futbolun fena halde hayata benzediği klişesini tekrarlayacak değilim burada. Çünkü futbol, futbol camiası, ya da son yılların moda deyişiyle futbol endüstrisi içerisinde yer alan her kesim için hayatın ta kendisidir. Ve nasıl ki hayatın insanlar için bir takım cilveleri, sürprizleri olabiliyorsa, futbolun da cilveleri ve sürprizleri vardır. Tıpkı geçtiğimiz hafta içinde BJK İnönü Stadı'nın daimi müdavimlerine olduğu gibi...
Dört Büyükler'in yanısıra Alex, Lincoln, Milan Baros, Bobo gibi yıldız futbolcuların da yavaş yavaş lige ağırlığını koyduğu 4. haftada BJK İnönü Stadı'nda her futbolseverin ders alması gereken bir detay vardı: Beşiktaş'da Mert Nobre sahaya kaptan olarak çıkmıştı! Bunda yanlış olan bir şey yok elbette. Hatta doğrusu da budur. Halen, başta Galatasaray olmak üzere bazı kulüplerimizde süren bir gelenek vardır: Kaptanlık kıdeme göre verilir. En eski futbolcu, kaptan olur. Oysa kaptanlık seçiminde, futbolcunun kaptanlık yapabilecek karaktere ve meziyete sahip olup olmadığı esas alınmalıdır.
Benim burada asıl vurgulamak istediğim, Beşiktaş'ın bugünkü kaptanına 4 sezon önce Siyah-Beyazlı taraftarların İnönü'de layık gördüğü muameledir. 30 Ekim 2004 yılında oynanan Fenerbahçe-Beşiktaş maçında Beşiktaşlı Emre Aşık'ın cinsel tacizine maruz kalan Fenerbahçeli Mert Nobre için İnönü Stadı'nda açılan pankart, en az o davranış kadar çirkindi. Her zaman zekasını takdir ettiğimiz Beşiktaş taraftarı, Emre Aşık'a damatlık, Mert Nobre'ye de gelinlik giydirerek, mağdurdan değil, suçludan yana tavır almıştı. Bu espri, son derece ilkel, sığ bir zekanın ürünüydü. İşte o Mert Nobre'nin, 4 yıl sonra alay edildiği İnönü Stadı'na 105 yıllık kulübün kaptanı olarak çıkması, futbolun garip bir tecellisinden, cilvesinden başka bir şey değildir. Bu, derslik bir olaydır. Yerleşik taraftar kültürümüzün değişmesi gerektiğinin ispatıdır, Mert Nobre'nin kaptanlığı. Yapacağımız tezahüratlarda, hazırlayacağımız pankartlarda çirkinliğe prim tanımamamız, rakip bir futbolcunun onurunu kırmamamız, onu aşağılamamız gerektiğini bundan daha iyi hiç bir şey anlatamazdı. İşte gördük. O futbolcu, bir gün gelir, sana da lazım olur. Hatta kaptanın bile olur!..
‘’Mübarek Ramazan ayı!‘’
Bir başbakan çıkıyor, yolsuzluk haberlerini kullanan medyaya ağzına geleni söylüyor, tehdit ediyor, şantaj yapıyor. Yoksul insanların üzerinden yolsuzluk yapanların üzerine gitmesi gerekirken... Ve biz millet olarak onu alkışlıyoruz, baştacı yapıyoruz.
Bir milli takım hocası çıkıyor, kendisini eleştiren spor yazarına telefonda ana-avrat küfür ediyor. Ardından herkes özür dilemesini beklerken, o sözlerinin arkasında olduğunu açıklıyor. Aynı açıklamada, maç esnasında üzerine yürüdüğü için özür dilediği Belçikalı teknik adamla ilgili, "kariyeri belli hoca" şeklinde aşağılayıcı ifadeler kullanıyor. Ve biz ona 'imparator!' diyoruz.
Her türlü çirkeflikten sabıkalı bir milli futbolcu çıkıyor, aleyhinde konuşan spor yazarını annesini malzeme yaparak fanatiklere hedef gösteriyor. Yetmiyor, takım otobüsünde bir başka milli futbolcuyla sudan sebeple kavga ediyor. Ve biz onu milli takıma kaptan yapıyoruz.
Bir büyük kulübümüzün taraftarı çıkıyor, gol kurtaran, yani işini yapan kalecinin annesine zaman geçirdiği gerekçesiyle dakikalarca küfür ediyor.
Ve biz küfürbaz seyirciye cesaret verircesine, maç sonunda küfürü el-kol hareketi yapmadan, mağrur bir şekilde protesto eden kaleciye kırmızı kartı gösteriyoruz.
Bir orta saha oyuncusu çıkıyor, bir başka orta saha oyuncusunun kaşının üzerine dirseği konduruyor. Ve biz onu sarı kartla geçiştiriyoruz.
Bunlar, memleketin hâl-i pür melâlinden bir kaç örnek...
Ülkenin başka statlarında, başka platformlarında da durum bunlardan farklı değil. Oysa biz 11 ayın sultanı, Ramazan ayındayız. Ramazan ayı, iyiliğin, barışın, hoşgörünün, tevazuun, yardımlaşmanın, dayanışmanın, saygının, sevginin ayıdır. Tanrı bize biraz daha yakınlaşmamız, biraz daha kucaklaşmamız, biraz daha kenetlenmemiz ve nefsimizi biraz daha terbiye etmemiz için Ramazan ayını göndermiştir. Ramazan müslümanın yenilenme ayıdır. Gelgelelim, biz yine birbirimizi boğazlıyoruz. Artan bir şiddetle üstelik. Tanrı'nın emrini dahi göz ardı ederek. Lafa gelince de müslümanlığı kimseye bırakmıyoruz. Bu işte bir yanlışlık var. Bu işte bir tezatlık var.
Şairin dediği gibi:
Nerden baksan tutarsızlık,
Nerden baksan ahmakça!..