‘’Sırat köprüsü!‘’
Her bakımdan ilginç bir olimpiyata tanık olacağımız hissindeyim. Gerek kendi açımızdan, gerekse olimpiyat tarihi açısından... Çinliler’in 40 milyar dolar gibi devasa bir bütçe yatırdığı organizasyonun dün geceki muhteşem açılış töreni de, uzun yıllar hafızalarda yer edecek bir görsel şöleni dünyaya sundular. Masalsı bir atmosfer yaratan Çinliler, insanı adeta “Alis Harikalar Diyarı”na götürdüler.
Yapılan yatırımı, teknoloji harikası tesisleri, Çin Hükümeti’nin organizasyona verdiği önemi, Çin halkının olimpiyatı sahiplenmesini ve yaratılan heyecanı görünce, İstanbul için 2020’nin de hayal olduğunu iddia edebiliriz. Bizim gerek ekonomik, gerek teknik, gerekse insani altyapı olarak bu seviyeye gelmemiz için daha 10 yıllara ihtiyacımız var.
Pekin Olimpiyat Oyunları’nın ülkemiz açısından en önemli kısmı hiç kuşkusuz, federasyonların özerk olmasından sonra katılacağımız ilk organizasyon olması. Rekor branşta (12), rekor sporcuyla (68) katılmamıza karşın madalya şansımızın Atina’dan daha düşük olduğu inancındayım. Üstelik sporcularımız daha iyi imkanlarla, daha iyi şartlarda hazırlanmasına rağmen... Bunun başlıca nedeni lokomotif branşlarımız halter ve güreşte yaşanılan sorunlar. Her iki branşın yıldız isimleri Hamza Yerlikaya ile Halil Mutlu’nun olmayışı başlı başına bir handikap, halterde son dört yılın çalkantılarla geçmesi, güreşte de bir geçiş dönemi yaşanması madalya şansımızı düşüren başlıca faktörler. Her şeye rağmen grekoromende Nazmi Avluca, Şeref Eroğlu, Mehmet Özal, serbestte de Ramazan Şahin, Aydın Polatçı ve Serhat Balcı madalya potansiyeli taşıyan güreşçilerimiz. Halterde ise Taner Sağır ile Sibel Özkan kürsüyü zorlayacaktır. Elbette temenni etmiyoruz ama, Pekin’de yaklaşık 10 gün boyunca tedavi ile antrenmanları beraber götüren Nurcan Taylan’ın yarışma esnasında sakatlığının nüksetmesi sürpriz olmayacaktır!
Pekin’de yüzümüzü ağartacak branş tekvando. Atina’nın gümüş adamı Bahri Tanrıkulu’nun yanısıra Servet Tazegül madalyaya takme atabilir. Atletizmde ise Elvan’ın dışındakilerin pek fazla şansı yok. Belki Halil Akkaş ile Nevin Yanıt...
Bütün bunlar iyimser tahminler. Gerçek olan şu ki, Pekin’de mutlaka madalya alırız, ancak tek bir altın dahi alamadan Türkiye’ye dönme ihtimalimiz çok yüksek. Ne yazik ki...
‘’Arıboğan'a kumpas!‘’
Bu ülkenin kalkınmasının önündeki en büyük engellerden biri de, hiç kuşkusuz liyakatın dikkate alınmamasıdır. Özellikle devlet yönetiminde politik tercihlerin büyük rol oynaması sonucu, iyi eğitimli, iş bilen kalifiye elemanlar saf dışı bırakılır ve sistem arızaya uğratılır. Bu öylesine sari bir hastalıktır ki, zaman içinde toplumun her kesimine nüfuz eder. Elbette futbolumuzun da bundan payını alması kaçınılmazdır. Başta kulüplerin antrenör seçiminde karşımıza çıkan grifit ilişkiler yumağı, öylesine etkin bir hâl almıştır ki, futbolun en tepe örgütlenmesi olan Futbol Federasyonu’nun yönetim kadrosunu da belirlemektedir. Hasan Doğan’ın ani vefatından sonra gelişen olaylar silsilesi, bu ilişki ağının ne derece genişlediğinin en açık göstergesi.
Merhum Doğan’ın naaşı henüz musalla taşındayken cami avlusunda başlayan çirkin pazarlıkların sonucunu hep beraber gördük. Haluk Ulusoy federasonundaki genel sekreterlik görevinde gösterdiği üstün başarı sonucu Hasan Doğan federasyonuna yönetici ve başkan vekili olarak giren Lütfi Arıboğan, adı etrafında çıkarılan şayiaların sonucu bir anda kendisini sürecin dışında buluverdi! Sebebi ise gayet basit: Federasyonun başına mutlaka Fenerbahçeli bir başkanı getirmeyi kafasına koymuş olan Aziz Yıldırım’ın, sırf Galatasaraylı olması hasebiyle kendisini istememesi. Galatasaraylı Haluk Ulusoy’u yıkmak için yıllardır elinden gelen her şeyi yapan ve sonunda muradına eren Aziz Bey, bu konuda öylesine kararlı ki, değil Galatasaraylı bir başkan, Sarı-Kırmızılı camiaya mensup bir başkan vekilini dahi hazmedemiyor. Kendine biat eden bazı federasyon yöneticilerini de kullanarak Lütfi Arıboğan’a baskı yapan ve görevinden feragat etmesine neden olan Aziz Yıldırım, şimdilik amacına ulaştı. Üstelik bunu, UEFA’da da etkin görevleri bulunan ve ülkemizi başarıyla temsil eden Lütfi Arıboğan gibi bir değeri yitirmek pahasına yaptı. İstenmediğini hissedince her onurlu insan gibi haklarından feragat eden ve geri çekilen Arıboğan’ın bundan sonra görev talep edeceğini sanmıyorum. Zaten bunu kendisi de deklere etti. Yazık oldu. Hem Lütfi Arıboğan’a, hem de Türk Futbolu’na... Bu gelişmeler, Hasan Doğan’ın ardından yine eski günlere döneceğimizin güçlü işaretleridir. 21. Yüzyıl Türkiyesi’nde bir federasyonun başına geçecek kişide aranacak özellik, sadece ‘Fenerbahçelilik’ mi olmalıdır?
Bu kafa, sağlıklı bir kafa değil!..
‘’Tümer Fenerbahçe'ye yakışıyor mu?‘’
Yüz yıllık bir kara sevdadır Fenerbahçe... Sevenlerinin ruhuna işleyen umarsız bir aşktır. Bir gelenektir, bir kültürdür, bir aidiyettir, bir duruştur, bir vizyondur, gururdur, onurdur. O nedenledir ki, Fenerbahçeli olmak bir ayrıcalıktır, Sarı-Lacivertli renklere gönül verenler için. Fenerbahçe formasını giyen futbolcular için de durum farklı değildir. O formanın, tozlu topraklı sahalarda, sokaklarda, arka mahallelerde meşin yuvarlağın peşinde koşan her ergen gencin rüyalarını süslemesi boşuna değildir. O forma ki, futbolumuzun kutsal emanetler müzesinin en nadide parçasıdır. O formayı giymek kolay değildir. Fenerbahçe formasını giymek, bin bir emek, çaba, vizyon, duruş, ahlak, adamlık gerektirir. Yalnız iyi ve yetenekli futbolcu olmak yetmez Fenerbahçeli olmak için. Zira o forma ucuz değildir.
İşte Fenerbahçeli yöneticiler de, o formanın değerini çok iyi bildikleri için transferlerde ince eleyip sık dokurlar. Alacakları oyuncunun, sportif meziyetlerinin yanısıra karakterli olmasına da dikkat ederler. Lakin zaman zaman bu konuda yanıldıkları da olur. Tıpkı Tümer Metin’de olduğu gibi...
Ne mesleğine, ne rakibine, ne üzerinde taşıdığı formaya, ne köklü camiasına, ne de taraftarına zerre kadar saygısı olmayan bu terbiye özürlü adam, Fenerbahçe’nin içindeki habis bir urdur. Kesilip atılmadığı takdirde bünyeyi çürüteceği de bir gerçektir. Snobluğunu, küstahlığını bir meziyetmiş gibi üzerine yaftalayan ve kendini o şekilde ifade etmeyi marifet sayan Tümer Metin’in bundan sonra da çıkaracağı her skandal olay Fenerbahçe’ye eksi değer olarak geri dönecektir. Her hangi bir camiayla özdeşleşen bu tip çirkn adamların spor kamuoyunda prestij ve sevgi kaybına neden olacağını herkesten daha fazla Fenerbahçe’nin ileri gelenleri bilmektedir. Onu bu saatten sonra ıslah da edemeyeceklerine göre gerekeni yapmalıdırlar. Tümer Metin Fenerbahçe’ye yakışmıyor. Yalnız Fenerbahçe’ye değil, hiç bir büyük kulüp formasına da yakışmayacaktır. Her ne kadar bu ülkede ona milli takım formasını layık görenler çıksa da, Tümer Metin’in yeri, askerden kaçıp da yasa değişince geri geldiği Yunan ligidir. Fenerbahçe’den ve Türkiye’den ne kadar uzak olursa, o kadar bu ülkeye ve futbolumuza hayrı dokunacaktır.
Vekil Hamza’nın yaptıkları!..
Türkiye’de olimpik branşlarla uğraşan sporcuların en büyük sorunu gelecek kaygısıdır. Doğru dürüst gelirleri, sosyal güvenceleri olmayan bu çilekeş sporcularımızın durumunun düzelmesi için bugüne kadar devlet katında düzenleme yapmak kimsenin aklına gelmedi. O kadar bakanlar, genel müdürler geldi gitti, ancak kangrenleşen bu sorun olduğu gibi kaldı. Ve sonunda bu sporcularımızın geleceğe daha umutlu bakmalarını sağlayacak yasal değişiklikeri yapmak, içlerinden çıkan birine; Hamza Yerlikaya’ya kısmet oldu. Milletvekili seçilir seçilmez, “Devlet Sporculuğu”nu gündeme getiren ve konuyu meclise taşıyan Yerlikaya, bir kaç aylık uğraşın ardından amacına ulaştı. “Devlet Sporculuğu” yasa tasarısı geçtiğimiz hafta meclisten geçerek yürürlüğe girdi. Buna göre; Dünya ve Avrupa şampiyonaları ile olimpiyat oyunlarında ilk üçe giren sporcular, “Devlet Sporcusu” olarak kabul edilecek ve düzenli olarak maaşa bağlanacak. Bunun yanısıra kendileri ve bakmakla yükümlü oldukları kişiler sosyal güvenlik şemsiyesinden de faydalanacak. Bu Türk sporu için bir devrimdir. Sporu bıraktıktan sonra işssiz güçsüz kalan, yoksulluk içinde yaşamlarını sürdürmek zorunda olan amatör sporcuların en büyük dertlerine derman olacak bu düzenleme için Türk sporu Hamza Yerlikaya’ya müteşekkirdir. Hamza’nın bu girişimi, milletvekili olduktan sonra kabineye giremeyince kulağının üzerine yatan, sadece atama ve tayinlerle uğraşan, kendi memleketlerine seçim yatırımları yapmaktan başka bir işle iştigal etmeyen diğer vekillere de örnek olmalıdır. Hamza Yerlikaya, şampiyon olunmayacağının, şampiyon doğulacağının en açık göstergesidir. O, beşikten mezara kadar her alanda şampiyonluğunu defalarca ispatlayan bir fenomendir. Türkiye’nin gururudur, onurudur. Tanrı bundan sonra da yolunu açık etsin.
‘’Gelecek, gelmiyor!‘’
Dev bir koşu bandının üzerinde zincirlenmiş gibi yaşıyoruz hayatı... Zemin ayağımızın altından durmaksızın kayıyor. Biz ise yerimizde sayıyoruz! Zaman mefhumu bizim için hiç bir şey ifade etmiyor. Geçmiş peşimizi bırakmıyor, gelecek ise bir türlü uğramıyor bu yakaya! Ne zaman geleceği de bilinmiyor. O güzel yarınlar, uzak bir umman ülkesi gibi uzak bize! Bugünün dünden farkı yok. Tıpkı yarının da olmayacağı gibi. Hep aynı sığlıklar, aynı aşşağılık oyunlar, aynı düşmanlıklar, aynı akıl tutulması...
Kavanoz dipli dünyanın içinde dönüp dolaşan haşereler gibiyiz. Kendi fasit dairemize hapsolmuş, çaresizce çırpınıp duruyoruz. Lakin çıkış yok! Bütün çıkışlar kapatılmış! Üstelik kendi ellerimizle! Çıldırmış, gözü dönmüş, önüne geleni kesip, biçen “Amok Koşucusu” gibi olmuşuz her birimiz. Birbirimizi yok edecek bütün silahlarımızı kınından çıkarmışız. Ortalık kin ve nefretten geçilmiyor. Yalan, riya, iftira, tehdit, şantaj hayatımızın vazgeçilmez unsurları olmuş. Barış, hoşgörü, sevgi ve saygı gibi kavramların kanı çekilmiş. Gözler kör, gönüller çorak. Ömrümüze sis, pus çökmüş. Karanlık içimizde!
Hasan Doğan ölümüyle bizi silkeledi ama...
İşte böyle zamanlarda; tam da bu zamanlarda akil adamlara her şeyden daha çok ihtiyacımız oluyor. Onların insan sıcaklığına, onların ışığına, onların birleştiriciliğine, onların sevgisine, onların tevazuuna hava gibi, su gibi gereksinim duyuyoruz. Ancak ne var ki, tam bulduğumuzu sandığımız anda bir sabun köpüğü gibi uçup gidiyorlar. Bizleri sığ dünyamızla baş başa bırakarak... Tıpkı geç bulup, erken kaybettiğimiz Hasan Doğan gibi. Yaşamının son günlerinde dürüstülüğüyle, insanlığıyla, coşkusuyla, naifliğiyle, duygusallığıyla sessizce içimize işleyen Hasan Bey, her güzel insan gibi son yolculuğuna çıkarken bizi silkeledi. Manasız çekişmelerin ne kadar boş olduğunu, bir kez daha tokat gibi yüzümüze çarptı. Hayattayken farkına varmadığımız bütün değerlerimiz gibi, o da ölümüyle dostu, düşmanı aynı musalla taşının önünde, aynı safta, aynı acıda, aynı duyarlılıkta buluşturdu. Yalnız bununla kalmadı Hasan Doğan. Geride bıraktığı aile fotoğrafıyla da her kesime önemli mesajlar verdi. Uğraştığımız klişelerin ne kadar saçma ve anlamsız olduğunu gözümüze soktu.
Ders alacak mıyız? Sanmıyorum. Belki bir kaç gün, belki bir kaç hafta, belki bir kaç ay Hasan Bey’in yasını tutacağız. Sonra tekrar özümüze döneceğiz. Çeşitli simgeler, iksir sloganlar kullanarak düşmanlıklarımızı, birbirimizi yok etmeyi sürdüreceğiz. Çocuklarımızın yarınlarının üzerine kanlı iktidarlar bina edeceğiz. Kaldığımız yerde kala kalacağız.
Ve bir gün, içimizi böylesine yakan Hasan Doğan’ı da unutacağız. Ölüm yıldönümlerinde mezarı başında sadece bir kaç seveni olacak. Tıpkı Barış Manço’da, Kemal Sunal’da olduğu gibi... Çünkü biz buyuz. Dün de buyduk, bugün de buyuz, yarın da bu olacağız.
Bu, geleceği olmayan toplumların değişmez yazgısıdır...
O otel ambulans bulundursaydı...
Hasan Doğan’ın en hazin görüntüsü, hiç kuşkusuz yerde yatarken çekilmiş fotoğrafıydı. Otel doktoru ile Belçikalı bir doktorun derhal müdahale etmesine, hastaneye kısa zamanda yetiştirilmesine rağmen Hasan Bey kurtarılamadı. Özel Bodrum Hastanesi’nden konuyla ilgili şu açıklama yapıldı: “Hasan Doğan 18.47’de fenalaştığı sırada otelde kalan Belçikalı doktor Ivan Clause, Dr.Cem Yazıcı ve iki hemşire ile sağlık memuru anında müdahalede bulunmuştur. Saat 18.48’de ise hastaneden ambulans talep edilmiştir. Hastaneye 12 kilometre uzaklıktaki otele ambulans 11 dakika içinde ulaşmıştır. Sağlık ekibi tarafından hemen gerekli işlemler uygulanmıştır. Saat 19.07’de otelden hareket eden ambulans, hastanemize 19.15’te ulaşmıştır.”
Hasan Doğan’ın ülkemizde pek alışık olmadığımız bir hızda hastaneye yetiştirildiği anlaşılıyor. Ancak fenalaşması ile hastaneye yetişmesi arasında 28 dakika var. Bu bir kalp krizi için çok uzun bir zaman. Bu durumda insanın aklına ister istemez şu geliyor: Beş yıldızlı otelde tam donanımlı bir ambulans bulunsaydı, acaba Hasan Bey kurtarılabilir miydi? Başta şok aleti olmak üzere, ambulanstaki diğer tıbbi cihazlar sayesinde Hasan Doğan’a daha doğru müdahalede bulunulmaz mıydı? Ve daha hızlı hastaneye yetiştirilemez miydi? Yüzlerce insanın kaldığı, bir o kadarının da hizmet verdiği bu tür tesislere ambulans bulundurma zorunluluğu getirilmesi gerektiği düşüncesindeyim.
‘’Adnan Polat'a Bizans oyunu!‘’
Öncelikle şunu belirtmeliyim: Adnan Polat’ın Başkan olmadan önceki yönetim tarzını tasvip etmeyenlerdendim. Ali Şen ekolüne benzer provokatif bir üsluba sahipti Adnan Polat. Lâkin Başkanlık koltuğuna oturduğu günden beri Polat’ın yöneticilik anlayışında büyük değişiklikler olduğu göze çarpıyor. Adnan Polat, bir Galatasaray Başkanı’nın davranması gerektiği gibi; ciddi, vakur, olgun, düzeyli ve kendinden emin davranışlar sergiliyor. Düzeysiz, sığ tartışmaların içine girmiyor. Popülizmden uzak duruyor. Ve en önemlisi de rakiplerine karşı Fair-Play mesajları veriyor. Son olarak, Fenerbahçe Yönetimi’ni hedef alan çirkin film afişine verdiği tepki bunun en açık göstergesi.
Gel gelelim, bütün bu pozitif görüntülere rağmen son haftalarda Adnan Polat’ın bazı çevreler tarafından hedef tahtası haline getirildiği görülüyor. Sanki, birileri bir yerden düğmeye basmış gibi! Durup dururken liseli-lisesiz tartışması devreye sokuluyor. Tüzük tadil çalışması bahane edilerek Polat’ın liselilerin kulüp üzerindeki hegemonyasına son vermek için hazırlıklar yaptığı yönünde haberler ısıtılıyor. Galatasaray’ı kendi oyuncağı yapmaya alışmış faşizan düşünceye sahip bazı kafatasçı liseciler tarafından linç edilmeye çalışılıyor. Adnan Polat’ın o koltukta başarılı olması istenmiyormuş gibi bir görüntü veriliyor. Polat, bizzat içeriden vuruluyor. Hakan Şükür olayı ile birlikte de Polat karşıtı cephe genişliyor. Bu cephede buluşanların birbirleriyle en ufak benzerlikleri yok. Ne var ki, ‘düşmanımın düşmanı dostumdur’ anlayışıyla aynı safta yer alabiliyorlar.
Öyle görülüyor ki, Adnan Polat yalnız ezeli rakiplerine karşı mücadele vermeyecek. ‘Derin Galatasaray’a karşı da ayakta durmaya çalışacak.
Neyse, Polat ve ekibinin nasıl bir tehlikenin eşiğinde olduğunu daha iyi anlayabilmemiz için satırlarımı Faruk Süren’in tam da bugünkü konjonktüre denk düşen şu sözleriyle bağlayayım: “Burası Bizans, Bizans! Biliyorsunuz, Galatasaray da Beyoğlu’nda!”
‘’Fenerbahçe Spor Cumhuriyeti!‘’
Üç Büyükler’in sadece futboldan ibaret olmadığını kavradığımda askerliğini henüz bitirmiş ve hayatla mücadelesinde çok fazla yenilgi almamış bir yeni yetmeydim. Taraftarı olduğum Galatasaray’ın 14 yıl aradan sonra elde ettiği şampiyonluk kutlamaları için Ali Sami Yen’de bir kaç arkadaşımla birlikte yerimi almıştım. Bir türlü gelmek bilmeyen o şampiyonluk için ergenlik çağını kaybeden biri olarak büyük bir heyecanla bize bu onuru yaşatan futbol takımının geçit resmini bekliyorduk ki, aniden bir anons duyduk. Galatasaray Kulübü’nün faaliyet gösterdiği 14 branşın 13’ünde şampiyonluk sevinci yaşadığı ve tüm takımların stadı turlayarak taraftarı selamlayacağı bildirildi. Amatör branşlarda faaliyet gösterip de hiç kimsenin doğru dürüst adlarını bilmediği o isimsiz kahramanlar futbol takımından önce önümüzden geçerken tüylerimin diken diken olduğunu hissettim. Büyük bir onur ve gurur duydum. Galatasaray’ın çok daha derin anlamlar ifade ettiğini fark ettim.
2008 Fenerbahçe’nin
altın yılı olmuştur
Bu durum, benim futbolun yanı sıra diğer branşlara da ilgi duymama ve takip etmeme neden oldu. Ve gördüm ki, sadece Galatasaray değil, Fenerbahçe ve Beşiktaş da amatör sporculara kucak açmışlardı. Aralarında bu alanda da büyük rekabet vardı. Bu rekabet bugün de bütün hızıyla devam ediyor. Üstelik, söz konusu branşlara büyük katkı sağlamak suretiyle...
Ancak bugün gelinen noktada Fenerbahçe’nin diğer ezeli rakiplerinin bir hayli önüne geçtiği görülüyor. Aziz Yıldırım ile başlayan kurumsallaşmanın ve çağdaş bir kulüp yapısına kavuşmanın kaçınılmaz sonucu olarak Sarı-Lacivertli camia, amatör branşlar için adeta çekim merkezi olmuş durumda. Fenerbahçe futbolda şampiyonluğu ezeli rekibine kaptırdı, ama faaliyet gösterdiği tüm branşlarda sezonu zirvede tamamlamasını bildi. Basketbolda elde edilen çifte zaferin yanısıra erkek voleybol takımının tarihindeki ilk şampiyonluğu, kızların finalde kaybetmesi, masa tenisinde, kürekte, boksta, yelkende sezonun zirvede tamamlanması Fenerbahçe açısından gurur vesilesi sayılması gereken sportif başarılardır. Bütün bunlara atletizm ve yüzmedeki muhtemel şampiyonlukları da eklersek, 2008’in Fenerbahçe’nin altın yıllarından biri olduğunu kolaylıkla söyleyebiliriz. Aslına bakarsanız, Fenerbahçe son bir kaç yıldır tüm branşlarda bir şekilde ilk ikiye girmeyi başarıyor. Bu da, Aziz Yıldırım’ın kulüpte nasıl bir istikrar sağladığının açık bir göstergesidir. Bu istikrarın bundan sonraki yıllarda da artarak devam edeceğini söylememiz kehanet sayılmaz. Zira, Fenerbahçe Kulübü’nün amatör branşlara harcadığı 30 milyon dolar gibi devasa bir yıllık bütçesi ile profesyonel yapılanması bulunuyor. Mevcut tesisler ile bir kaç yıl içinde gerçekleştirilmesi beklenen projeleri de hesaba katarsak, Fenerbahçe’nin Avrupa’nın en önemli spor kulüplerinden biri olacağını iddia edebiliriz. Tabii, iç çekişmelerini, maddi sorunlarını henüz aşamayan, kurumsallaşma yolunda kaplumbağa hızıyla hareket eden ezeli rakipleriyle arasındaki makası bir hayli açacağını da...
Aziz Yıldırım asıl şimdi
yılın spor adamı olmalıdırBir latife olarak Fenerbahçe’ye yakıştırılan ‘Cumhuriyet’ sıfatının şimdi bir realite olduğunu düşünüyorum. Fenerbahçe gerçekten bir Cumhuriyet olmuş durumda. Ama Spor Cumhuriyeti! Fenerbahçe’nin futbolda elde ettiği başarıların ardından tüm medyanın, çeşitli kurum ve kuruluşların Aziz Yıldırım’a vermek için yarıştığı ‘Yılın Spor Adamı’ ödülünü aslında 2008 yılı sonunda vermeleri gerekmektedir. Zira Aziz Bey, bu ödülü hak ediyorsa, gerçekten bu yıl hak etmiştir. Futbolla birlikte olimpik sporlara yaptığı yatırımlarla yalnız Fenerbahçe’ye değil, Türk sporuna da büyük katkı yaptığı için. Zaten spor adamı kimliğini taşımanın tek yolu da bu değil midir? İster sevin, ister sevmeyin, ister kızın, ister kızmayın, hatta nefret bile etseniz yalnız bu yönüyle bile Aziz Yıldırım saygıyı ve minneti hak ediyor. Hatta diğer kulüp başkanlarına da bu sportif kimliğiyle örnek teşkil ediyor. Türk sporu Aziz Yıldırım ve Fenerbahçe’ye şükran borçludur. Umarım ezeli rakipleri Galatasaray ve Beşiktaş da en kısa zamanda tüm branşlarda Fenerbahçe’nin düzeyine gelir de, 70 milyonluk bir ülke olarak olimpiyat oyunlarına 60 sporcuyla gitme utancından kurtuluruz.
‘’Sevgisiz Galatasaray!‘’
Çok bilinen bir klişedir, Nazım Hikmet'in ressam Abudun Dino'ya sorduğu soru: "Sen mutluluğun resmini yapabilir misin Abidin?" Cevabı olmayan bir sorudur bu. En büyük ressamın fırçası dahi yetmeyebilir bazen mutluluğu çizmeye. Lakin bazen fırçanın gücünün yetmediği yerde, denklanşörün sihiri devreye girer. Anı öyle bir yakalar ki, adeta yaşananların özeti gibidir. Yazarların, ressamların yıllar boyu anlatamadığını tek bir krareye sığdırır fotoğrafın büyüsü. Galatasaray'ın şampiyonluk kutlamalarında böylesi iki kare vardı ki, yıllarca hafızalardan çıkmayacak cinstendi. Servet Çetin'in arkadaşları tarafından seremoniye kucakta taşındığı ve Özhan Canaydın'ın başını Adnan Polat'ın omuzlarına dayadığı an, Galatasaray'ın başarısının altında yatan asıl etkeni açıklıyordu. İşte o an fotoğrafçılar denklaşöre basarak sevgi ve mutluluğu dondurdu, ölümsüzleştirdi. Sarı-Kırmızılı takımın sırrını en açık biçimiyle ifşa eden bu anlamlı fotoğraflar, Galatasaray'da sevgi yok diyenleri de tekzip ediyordu. Mutluluğun resmi çizilememişti, ama çekilmişti! Galatasaray'ı beklenmedik anlarda zafere götüren bu sevgi, bu bağlılık, bu aidiyet duygusuydu. Elbette bir takım gruplaşmalar, çekişmeler, kavgalar, ihtiraslar, dedikodular Galatasaray'da da vardı. Ancak, söz konusu camianın çıkarları olduğu zaman herkes kişisel hesaplarını bir yana koyarak kenetlenebiliyordu. Bu, Galatasaray'ı Galatasaray yapan değerler bütünüdür. Ve sadece Sarı-Kırmızılı camiaya özgüdür. Rakipleri Galatasaray'la yarışırken, sadece sportif gücünü, ekonomik yönünü değil, bu özelliğini de dikkate almak zorundadır. Yoksa, her iki üç yılda bir hüsran yaşama olasılığı hep olacaktır. Dünyanın en önemli futbolcularını çuval dolusu parayla satın alabilirsiniz. Ama sevgiyi satın alacak para daha tedavüle çıkmadı!
‘’Galatasaray büyüklüğü‘’
Büyük takımların en önemli özelliklerinden biri her ahval ve şeraitte hedefi yakalayabilmektir. Tüm olumsuzlukların üstesinden gelerek ayakta kalma alışkanlığı, büyük takım olmanın gereğidir. Galatasaray iki yıl önceki ve bu sezonki şampiyonluğuyla benzersiz büyüklüğünü bir kez daha ispatlamıştır. Bu büyüklük, tarifi olmayan bir büyüklük değildir.
Başka takımlar en ufak bir esintide sallanırken, fırtınalara, tayfunlara, boralara kafa tutma büyüklüğüdür bu.
Tam yıkıldı, bitti, tükendi, yok oldu denildiği anda yeniden ayağa kalkma büyüklüğüdür bu.
Başına gelen her musibeti hayırlara çevirebilme büyüklüğüdür bu.
Takımdaşlığın, takım ruhunun ne demek olduğunu dosta dümana öğretebilme büyüklüğüdür bu.
Galatasaray adını Asya’nın steplerinden, Güney Amerika’nın dağlarına, Afrika’nın cangılından Avusturalya’nın ovalarına kadar yazma büyüklüğüdür bu.
İşte bu büyüklüktür, Galatasaray’ı Galatasaray yapan. Rakiplerinin bir adım önüne geçiren.
Dün gece de büyük Galatasaray’ın, sahne aldığı tarihi gecelerden biriydi. Altı hafta önce kimsenin şans tanımadığı, hocası bırakıp gidince ezeli rakibinin bıyık altından güldüğü Galatasaray’ın silkinişinin zirve yaptığı bir geceye tanık olduk, dün gece. Sezon boyunca pek görevini yaptığı söylenemeyen taraftarıyla bütünleştiği, kucakaşlatığı ılık bir mayıs akşamında şampiyonun taç giymesini alkışladık dün gece.
Bu şampiyonlukta herkesin payı var. Yönetimin, futbolcuların, teknik heyetin, bırakıp giden Kalli’nin. Ancak aslan payı, kriz anında ağabeyliklerini hatırlayarak takıma ağırlığını koyan Hakan Şükür, Hasan Şaş gibi tecrübeli isimlerindir.
Kutlu olsun Galatasaray’a...