Arama

Popüler aramalar

‘’Galatasaray Türkiye'dir!‘’

İki yıl önceki mucize şampiyonluğuna bir yenisini daha eklemek üzere olan Galatasaray'ın sırrını araştırmak isteyenler, işe Türkiye'yi mercek altına alarak başlamalıdır. Zira Galatasaray Türkiye gibidir. Her ikisi de kaostur, karmaşadır. Moderniteyle, arabesk iç içedir. Dostluk ve dayanışma da vardır, ihanetler de... Sevgi ve nefret tek bir bünyede ikiz kardeştir. Snob tavırlarla semt sıcaklığı harman olmuştur. Cemaat kültürünü yaşamının merkezi haline getirenlerle, Batı yaşam tarzını benimseyenler aynı camianın bireyleridir. Birlikte ama birbirlerine karşı. Ve en önemlisi, Türkiye de, Galatasaray da en zor anlarda ayağa kalkmasını bilirler. Tam yıkıldı, bitti, yok oldu denirken, akıl almaz bir birlik-beraberlik, kenetlenme, dayanışma örneği gösterek yeniden vücud bulurlar. Mucizeler gerçekleştirirler. Kahramanlar, efsaneler üretirler. Adeta Anka Kuşu gibi küllerinden doğarlar.
Galatasaray fena halde Türkiye'ye benzer. Hatta Türkiye'nin ta kendisidir! Bu özellik, son 15 yılda Fenerbahçe'den Galatasaray'a geçmiştir.
Bundan dolayıdır ki, Galatasaray'ın zaferleri Anadolu kentlerinde görülmemiş bir heyecan fırtınasına neden olur. Yürekler daha bir hızlı atar Galatasaray'ın zirve yolculuklarında... Sarı-Kırmızı zafer şarkıları taşrada daha büyük bir coşkuyla seslendirilir. Bir başkadır Anadolu'nun Galatasaray sevgisi. Sezon sona ererken, yarışın içinde Galatasaray varsa, Anadolu halkının gözü kendi takımlarının, aklı ise Galatasaray'ın maçlarındadır. Cim Bom tandanslı her gol bir uğultu yaratır kentin her yanında. Bunu yurdun dört bir tarafında gözlemlemek mümkündür. İşte budur, Galatasaray'ı diğerlerine nazaran avantajlı kılan. Florya'da, Ali Sami Yen'de yaratılan sinerjinin tüm Türkiye'ye yayılmasında yatar Galatasaray'ın sırrı. 1989'daki Nauchetel destanıyla başlayan, 1993'deki Manchester zaferiyle olgunlaşan, 2000'deki UEFA Kupası'yla da taçlanan bir sevgi ilişkisinin yoğunlaşarak sürmesidir bu. Galatasaray'ın yöneticileri, teknik heyeti ve futbolcularının şımarıklıktan uzak, olgun ve mütevazı tavırları, söylemleri süreci beslemeye devam etmektedir.
Geleceğe yapılan yatırımların da devreye girmesiyle Galatasaray fenomeni, ara verdiği Avrupa ve Dünya prömiyerini tekrar sahneye koyacaktır. Bu kez bir daha sekteye uğramamak üzere...

06 Mayıs 2008, Salı 04:30
YAZININ DEVAMI

‘’İçimizden birileri!‘’

Kolay değildir elbette, değişim, dönüşüm, başkalaşım. Eskiyi yıkıp, yeniyi inşa etmek. Geleceği yeniden kurmak. Her devrimde süreç sancılı işler. Düşersiniz, kalkarsınız, tökezlersiniz, ihanete uğrarsınız. Dört bir yanınıza tuzaklar döşenir, pusular kurulur. Dışarıdan, içeriden saldırılar gelir. Vurulursunuz, yaralanırsınız, acılar çekersiniz. Ortalık toz duman olur. Göz gözü görmez bazen. Dostunuzu, düşmanınızı kestiremezsiniz. Kimin kim olduğunu bilemezsiniz. Yine de yol almaya, dik durmaya devam edersiniz. Çünkü başarmanın başka yolu yoktur. Devrim, olağanüstü koşulları beraberinde getirir. Olağanüstü koşullar da liderler, kahramanlar üretir. İşte, şampiyonluğun bir numaralı adayı Galatasaray’da yaşanan süreç de tam olarak budur.
Sarı-Kırmızılı takım büyük bir değişimin eşiğinde. Sezon başında yeniden yapılanmaya giden Galatasaray, halen bunun sancılarını yaşıyor. Yönetim, önümüzdeki 10 yılın takımının temellerini atıyor. Boşuna değil, takıma yapılan bunca saldırılar. Dışarıdan, içeriden kuşatılmıştır, bu yolun yolcuları. Ancak dönüş yoktur. Kan revan içinde de olsa hedefe ulaşılacaktır.
Arada bir yanlışlar da yapılacaktır. Ama her yanlıştan, başka doğrular da üretilecektir.
Futbol takımlarında radikal değişikliklere giden kulüpler, genellikle bir kaç yılı nekahet devresi olarak geçirir. Ancak Galatasaray, bunca köklü değişime rağmen yarışmacı kimliğinden de bir şey kaybetmeden, şampiyonluk mücadelesini sürdürüyor. Azimle, inançla, aşkla, hırsla, gururla...
Kimi bunu Kalli’nin gidişine bağlıyor, kimi futbolcuların kenetlenmişliğine, kimi de teknik heyetin uyumuna... Hepsi doğrudur. Lakin, bütün bunların arkasındaki asıl güç takımın içinde değil, üzerindedir. Sezon başında kurulan ekiptedir işin sırrı. Bu takımın temellerini atan, yaşanan bütün olumsuzluklara, gelen bunca saldırıya rağmen dimdik ayakta kalan, yaptıkları kritik hamlelerle kriz yönetiminde de rüştünü ispatlayan, Florya’daki bütünlüğü sağlayan Adnan Polat-Haldun Üstünel-Adnan Sezgin üçlüsüdür, olası şampiyonluğun ve geleceğin Galatasarayı’nın mimarları. Camianın bazı ileri gelenlerinin bir türlü içlerine sindiremediği, tepeden baktığı, Galatasaray’a yakıştıramadığı bu üç isim, bu yılın kahramanlarıdır. Herkesin laf ürettiği bir dönemde sahaya inmişler ve taşın altına ellerini sokmuşlardır. Bugün yara-bere içindedirler. Fakat, eminim görevlerini layıkıyla yapmanın huzurunu ve gururunu yaşıyorlardır. Gelecek de bir gün gelecek. Ve göreceksiniz, gelecek onların ve Galatasaray’ın olacak.

03 Mayıs 2008, Cumartesi 04:30
YAZININ DEVAMI

‘’Fener aşkı bambaşka!‘’

Taraftarlık nihayetinde bir tutulma halidir. Bağlanmaktır, kara sevdadır. Karşılık beklemeden sevmektir. Bu öyle bir sevgidir ki, son nefes verilene kadar devam eder. İnsan eşini, işini, fikirlerini, ideolojisini, dünya görüşünü, hayat felsefesini değiştirebilir, ama tuttuğu takımı değiştirmez. Taraftarlık bakidir. Takımına tutkun olanın içindeki ateş hiç sönmez. Taraftar, aldığı her nefeste delicesine sevdiği takımını hisseder. Takımıyla yatar, takımıyla kalkar. Ruhunda, bedeninde, rüyasında, hülyasındadır o sevgili. Adeta onun için yaşar. Eşi, benzeri olmayan bir sevgi ilişkisidir bu. Sağlıklı mıdır? Bilinmez. Hangi aşk sağlıklı ki? Sonuçta taraflardan birine zarar vermediği takdirde, bu gönül ilişkisi pozitif enerji üretir.

Bir de işin marazi boyutu vardır. Taraftarlık hastalıklı bir tutkuya dönüştüğü vakit yıkıcı olmaya başlar. Başta takımı olmak üzere çevresindeki her şeye zarar verir. Kendine dahi. Bu, sevginin nefrete dönüşmesi halidir. Burada söz konusu olan isteklerdir, tatmindir. Bu tip taraftarlar takımlarının hep kazanmasını isterler. Aşkları vermek değil, almak üzerinedir. Saplantılı aşıktırlar. Kendi arzu ve istekleri doyurulmadığı takdirde, saldırganlaşırlar. Gözü dönmüş bir halde önlerine gelen her şeyi yakıp yıkarlar. Ortada patolojik bir durum söz konusudur. Kısaca ruhsal bir bozukluk diyebileciğimiz bir vak'adır, sözünü ettiğimiz.

Ülkemizde hemen hemen her takımın bu tipte taraftarı mevcuttur. Pimi çekilmiş bomba gibidirler. Her an infilak etmeye hazırdırlar. İşlerin biraz ters gitmesi, kudurmaları için yeterli nedendir. Kaybedilen bir maç veya şampiyonluk, ya da küme düşmek infial etmeleri için kafidir. Vandallar gibidirler. Kırar dökerler, çevreyi tahrip ederler. Bu tür saldırganlığa en çarpıcı örnek Rüştü'nün dövülmesiydi. Aradan geçen yıllar içinde Aziz Yıldırım taraftar profilini büyük ölçüde değiştirdi. Ancak görülüyor ki, henüz işi bitmemiş. Canavar bu kez Samandıra'da hortladı. Gözü dönmüş bir güruh, takım otobüsünü taşladı, Alex'e, Kezman'a saldırdı. Fenerbahçe'nin bu çapulcuları bir an önce bünyesinden atması gerekmektedir. Azınlıktırlar, ama bünyeyi çürütmeye yeterler. Mikrop misali. Bu canavarı boğmadan Fenerbahçe dünya kulübü olamaz.

29 Nisan 2008, Salı 04:30
YAZININ DEVAMI

‘’Kartal inadı‘’

Bursasporlu taraftarları stada sokmama kararını alanlar, dün akıtılan kanların hesabını verecekler mi acaba? Olay çıkacağı endişesiyle taraftara yasak koymak aczin ifadesi değil midir? Böylesi bir uygulama iki camia arasındaki husumetin artarak devam etmesini sağlamaktan başka bir işe yarar mı? Türkiye’de bütün takımlar deplasmana taraftarını götürürken, Beşiktaş ve Bursaspor birbirleriyle dış sahada yaptıkları maçlarda seyircisinden yoksun kalıyor. Takımlarını yalnız bırakmak istemeyen bazı çılgınlar da, dün yaptıkları gibi rakip taraftarın arasına karışarak, olaylara zemin hazırlıyor.
Beşiktaş kendisi için zor geçeceği düşünülen karşılaşmayı umduğundan daha kolay kazandı. Aslında pek de iyi oynadıkları söylenemez. Bursaspor orta alanının pres yetersizliğine, savunma hataları da eklenince Siyah-Beyazlılar, golleri bulmakta zorlanmadı. Boş alan bulduğunda Türkiye’nin en etkili forveti olan Holosko, hiç kuşkusuz galibiyetin baş mimarıydı. Slovak futbolcu, ilk golde Ömer Aysan, ikinci golde de İsmail Güldüren’in zamanlama hatalarını çok iyi değerlendirdi. Beşiktaş’ın dün gece önemli artılarından biri de savunmasının geçmiş maçlara oranla daha dikkatli ve uyumlu oluşuydu. Bursaspor hemen hemen hiç pozisyona giremedi. Özellike İbrahim Toraman, Herve Tum’a gerek yerden, gerekse havadan büyük üstünlük sağlayarak Kamerunlu futbolcuyu sahadan sildi. Savunmanın başarısında Cisse’nin de önemli katkısı vardı. Fransız futbolcu, Bursaspor ataklarını başlamadan bitiren isimdi.
Oyun genelde Bursa’nın kontrolünde gözüktü. Ancak bu, Yeşil-Beyazlı takımın futbol oynadığı anlamına gelmez. Durum, skor avantajını eline geçiren Beşiktaş’ın kalesini savunma refleksinden başka bir şey değildi.

27 Nisan 2008, Pazar 04:30
YAZININ DEVAMI

‘’Bu kalp seni unutur mu‘’

Bazı insanlar vardır, hayatın nimetlerinden faydalanmak için yaşarlar. Bazıları da hayatın nimetlerini dağıtmak için dünyaya uğrar. Tıpkı Gazanfer Bilge gibi. Ömrünü eğitime adayan Bilge’yi bugün sonsuzluğa uğurluyoruz. Hayat onsuz daha bir çekilmez olacak.

İnsanoğlunun çağlar boyunca peşinde koştuğu yegane hedeftir, ölümsüzlük... Bütün uğraşlar, bilimsel ve teknolojik devrimler hep insan ırkını baki kılmak üzerinedir. Kolay değildir, hayatın nimetlerini tattıktan sonra bırakıp gitmek. Lakin, Tanrı ölümü bize, ölümsüzlüğü de kendine ayırmıştır. Ölümle baş edemeyeceğini er ya da geç kavrayan insan, kaderine razı olur ve kendi kaçınılmaz sonuna doğru sessiz sedasız yolculuğunu sürdürür. Bazıları ise kendilerine biçilen sona razı gelmez. Ölümsüzlüğün peşini bırakmazlar. Bu dünyayı bedenen terketseler bile geride ruhlarını bırakmaya kararlıdırlar. Ölümsüzlük onlar için böylesi bir anlam ifade eder. Felsefeleri, hayattan almak üzerine değil, hayata bir şeyler katmak üzerinedir. Hayatın nimetlerinden faydalanmak için yaşamazlar. Kendi paylarına düşeni dağıtmaktır tek amaçları. Bu şekilde yaşadıkları takdirde, geride silinmez izler bırakacaklarını bilirler. Böylesi bir yaşam formatı, onlar için ölümsüzlük iksiridir.



Hayatı bir nebi gibi yaşadı

Türk güreşinin son efsanelerinden Gazanfer Bilge de, sahip olduklarının esiri olmadan hayatı yaşamış misyonerlerden biridir. Hayatın kendine sunduğu nimetleri çevresine dağıtmak suretiyle ölümsüzlük kervanına katılan isimlerden biri oldu. Ömrünü eğitime adayan “Bilge İnsan”, Kocaeli’nin Karamürsel ilçesini ihya etti. Okullar yaptı, yurtlar inşa etti, yoksula, fakire kurslar açtı, ihtiyaç sahibi çocuklara, gençlere burslar verdi, tüm servetini Türk insanının daha eğitimli, daha bilinçli olması için harcadı. Bir nebi gibi yaşadı hayatı. Rahmet bulutu oldu, çorak toparaklara yağdı. Dokunduğu yere bereket getirdi. Ömrü, çocuk mutluluklarıyla, çocuk gülücükleriyle şenlendi. Gülen yüzünde, güller açtı. Işığıyla karanlıkları yırttı, attı. Cehaleti yenmek, aydınlık nesiller yetiştirmek en büyük arzusuydu. Bu arzusunun önemli bir kısmını gerçekleştirdi. Daha işi bitmemişti. Binlerce öğrencinin okuyacağı bir kümpüse çevirmek istiyordu, yaptırdığı eğitim kurumlarını. Olmadı. Ama bilirim, onun vasiyetidir bu. Yakınları yerine getirecektir. Daha nice çocuklar, gençler Gazanfer Bilge’nin okullarında geleceğe hazırlanmaya devam edecektir. Gazanfer Amcaları’na karşı olan şükran duygularını da sonsuza kadar kalplerinde taşımayı sürdüreceklerdir.
Güle güle Bilge Adam. Sen sıcacık yüreğinle öte dünyayı ısıtmaya devam ederken, bu dünya sensiz daha anlamsız, daha çekilmez olacak. Ve Türkiye seni çok arayacak.

23 Nisan 2008, Çarşamba 04:30
YAZININ DEVAMI

‘’Necati'nin şerefi!‘’

Konfüçyüs'ün insanlık tarihinin ortak hafızasına kazınan ünlü sözlerinden biri şöyledir: "Bir yerde küçük insanların büyük gölgeleri varsa, o yerde güneş batıyor demektir."
İnsan kalitesi dibe vurmuş bir ülkede yaşıyoruz. Başların ayak, ayakların baş olduğu tuhaf bir süreçteyiz. Kerameti kendinden menkul bir takım zevat, ele geçirdikleri önemli mevkilerde topluma yön vermeye, kamuoyu oluşturmaya çalışıyor. Bunu yaparken de etrafa zehir saçıyorlar. Havayı, çevreyi, yaşadığımız dünyayı kirletiyorlar. Aslında yaptıkları, kendilerince bir oyun. Kendi oyunları. Bu oyunu kendileri yazıyorlar, kendileri oynuyorlar. Hiç ilgisi olmayanları da oyunun içine çekiyor ve figüran yapıyorlar. Figürleştirdikleri kişinin onuruyla oynuyorlar, şerefini iki paralık ediyorlar. Yalan, iftira ve şantajla topluma hedef gösteriyorlar. Dedikodudan beslenen toplum da ne yazık ki, kurulan çirkin tezgaha, iğrenç senaryolara inanıyor ve önlerine atılan kurbanı linç ediyor. Amacına ulaşan gölgesi büyükler de, yarattıkları marazadan haz duyarak, karanlık köşelerinde yeni senaryolar yazmaya koyuluyor.
Son kurbanları Necati'ydi. Galatasaray'ın İstanbul Büyükşehir Belediyesi'ne kiraladığı Necati üzerinden spekülasyon yaparak, sözüm ona golcü oyuncuyu eski takımına karşı motive edeceklerdi. Necati gol atarsa şerefli, atamazsa şerefsiz olacaktı! Yani kiralık geldiği Galatasaray'a yatmış olacaktı! İşin içinde kendilerini Fenerbahçe'nin amigosu yerine koyan bazı yazarcıklar var, Sarı-Lacivertli takıma hizmet ettiğini sanan bazı camia ileri gelenleri var, bir takım sözde spor medyası var. Necati'nin onuru, gururu, çiğnenmiş, ailesi, sevenleri yıpranmış kime ne? Tek amacı eski formunu yakalayarak eski takımına geri dönmek, Avrupa Şampiyonası'nda Milli Takım forması giymek olan bir futbolcuya reva görülen bu muamelenin hesabı sorulmayacağı için bu kadar pervasız olabiliyorlar. Bugün Necati, yarın başkası. Sistem böyle. Yıkılana kadar da böyle devam edecek. Yıkılmazsa, zaten biz yıkıldık demektir. Güneşin batışını hep birlikte izlemeye devam ederiz, o zaman. Küçük insanların gölgesi de uzar, gider.
Kasımpaşa'nın sessiz sedasız veda ettiği ligde şampiyonluk düğümü bu hafta çözülebilir. Fenerbahçe kaybetmediği takdirde ipi göğüsler. Galatasaray'ın kazanması halinde heyecan son iki haftaya taşınır. Ufukta sürpriz bir final gözüküyor.

22 Nisan 2008, Salı 04:30
YAZININ DEVAMI

‘’Galatasaray efsanesi!‘’

iki yıl önce Gerets’le elde edilen şampiyonlukta Galatasaraylı futbolcuların başarısını, mitolojideki ‘Simurg’ efsanesiyle özdeşleştirmiştim. Efsane, işleri ters giden, düzenleri bozulan yeryüzündeki tüm kuşların, kendilerini kurtarması için Kaf Dağı’nın zirvesinde yaşayan ‘Simurg’ isimli hükümdarlarını aramalarını anlatıyor. Milyonlarca kuşun birlikte çıktığı yolculuk sonunda dağın zirvesine sadece otuz kuş ulaşabiliyor. Aradıkları hükümdarlarını bulamayan otuz kuş büyük bir hayalkırıklığı yaşadığı anda, aslında Simurg’un kendileri olduğunu anlıyorlar. Zira, ‘Simurg’ kuş dilinde ‘otuz kuş’ anlamına gelmekteymiş.
Galatasaray bugün de benzeri bir süreç yaşıyor. Çünkü, kadronun neredeyse tamamı değişmiş, toplam 6 maçını seyircisiz oynamış, kilit oyuncuları aylarca sakatlık nedeniyle forma giyememiş, basın tarafından her fırsatta yerden yere vurulmuş, bir çok maçta seyirci tarafından yalnız bırakılmış, yönetimi değişmiş, son 6 haftaya girilirken hocasız kalmış bir takımın hala şampiyonluğun 1 numaralı adayı olmasının başka bir izahı yok. Florya sakinleri bir kez daha kendi güçlerinin farkına vardılar. Aradıkları ‘Simurg’un kendilerinden başka bir şey olmadığını anladılar. Ve inisiyatifi ele aldılar. Tüm namüsait şartlara rağmen potansiyelleriyle hedefe ulaşabileceklerini gördüler. Sahaya beyinlerini, yüreklerini, ruhlarını, tüm benliklerini yansıttılar. Çoktandır atıl duran enerjilerini harekete geçirdiler. Taraftarı da uyandırdılar. İki yıl önce şampiyonluğu getiren sinerjiyi yeniden yarattılar. Bu öyle bir sinerji ki, rakipleri de demoralize ederek beklenmedik puan kayıplarına uğramalarına yol açıyor.
Dünyada, dezavantajını avantaja çevirmek konusunda Galatasaray kadar mahir bir takım yoktur. Bu, Sarı-Kırmızılılar’ın geçmişinden, geleneklerinden gelen bir özelliktir. Boşuna değildir, Avrupa’nın en köklü takımlarını dize getirerek UEFA Kupası’na, Süper Kupa’ya uzanmaları. Zira direnmek, mücadele etmek, kenetlenmek, başarmak Galatasaray’ın genlerinde yatıyor. Dünya devi olmak da böyle bir şey olsa gerek. Bunun parayla, pulla da pek alakası yok. Ruh yetiyor, inanç yetiyor, formanın ağırlığı yetiyor, kendi küllerinden doğması yetiyor. Bu sezon da yeni bir Galatasaray efsanesi yazılacak gibi görünüyor. Tekrar tekrar okunması gerekecek.

19 Nisan 2008, Cumartesi 04:30
YAZININ DEVAMI

‘’Ezeli rakipleri yakan ateş topu: Merve‘’

Acı ateştir; düşer yüreğimize, kor akkor yapar. Acı zehirdir; ruhumuzu ve bedenimizi kaskatı keser. Acı sistir; çöker ömrümüze, gündüzümüzü geceye çevirir. Acı iksirdir; bizi zamanından önce büyütür, olgunlaştırır. Ve acı harçtır; insanları, toplumları birbirine yaklaştırır, kaynaştırır.
Acıyı tatmadan önce kin, nefret, öfke, düşmanlık, ihtiras gibi her türlü yıkıcı duyguların esiri oluruz. İnsanlıktan çıkarız. Birbirimizi yok etmek için elimizden geleni ardına koymayız. Hayat denen o ince kırmızı hattın üzerinde bilinmezliğe doğru dolu dizgin koşarken, birbirimize tuzaklar kurarız, çelmeler takarız. Galibi olmayacak bir yarışın içinde olduğumuzu hiç bir zaman farketmeyiz. Yaşama dair bize sunulan her şeyin gelip geçici bir heves, bir avuntu, bir haz olduğunu bilmeyiz. Sahip olduklarımızın bir gün elimizden alınacağını göremeyiz. Fenalıklar yapmayı sürdürürüz. Zalim yönümüz, alim yönümüzü boğmaya devam eder. Ve biz buna izin veririz. Bir gün bir parçamızı kaybedene kadar devam eder bu manasız çekişmeler. Bir yakınımızı, bir sevdiğimizi, sağlığımızı, geleceğimizi... Her ne olursa olsun, bizleri tarifsiz bir acıya boğacak olan kayıplarımızdır, bizlere hayatın ne kadar boş ve anlamsız olduğunu hatırlatacak olan...
Fenerbahçe ve Galatasaray
birbirinin varlık nedenidir

ABD’de geçirdiği bir trafik kazasında ağır yaralanarak kaldırıldığı hastanede yaşam savaşı verirken doktorların ihmali sonucu dalından koparılan gül kızımız, milli yüzücümüz Merve Terzioğlu’nun yaşattığı acı da işte böylesi bir etki yarattı, sırasıyla formalarını giydiği iki ezeli rakip üzerinde. Nicedir, ezeli rekabeti ezeli düşmanlığa çevirmeyi başaran Fenerbahçe ve Galatasaray camialarının katılaşmış yüreğine bir ateş topu gibi düştü Merve kızın trajik ölümü... Her iki kulübü de sarstı, silkeledi. Kendilerine getirdi. Aslında ne kadar iç içe geçtiklerini, birbirlerinin varlık nedeni olduklarını beyinlerine nakşetti. Bir araya geldiler. Kenetlendiler. Acılarını birlikte yaşadılar. Birlikte ağladılar. Birlikte yandılar. Birlikte sustular. Merve’nin başında kol kola nöbet tuttular. Tabutunu beraberce omuzladılar. Mezarına aynı küreklerle topluca toprak attılar. Onu sonsuz yolculuğuna uğurlarken omuz omuza saf tuttular.
Düşmanlıkların bitmesi
için Merveler mi ölmeli?

Neden, diye haykırmak geliyor içimden. Neden? Birbirimize yakınlaşmamız, birbirimizi anlamamız için, içimizden birilerinin bedel mi ödemesi gerekiyor? Düşmanlıkları sona erdirmek için bir parçamızı diyet olarak koparıp, yere mi atmamız lazım? Biz bu ülkenin, bu toprağın, bu bayrağın insanları değil miyiz? Bir sportif rekabet böylesine öldürücü mü yaşanmalı? Birimiz olmadan, diğerimizin bir önemi olur mu? Birimizi yaşatmadan, diğerimiz yaşayabilir mi?
Neyse, sözlerimizi noktalamadan önce, kızını önce Galatasaray’a sporcu olarak veren, ardında da cennete huri olarak gönderen Fenerbahçeli baba Murat Terzioğlu’nun sözlerine kulak verelim: “Kızım melek gibi bir kızdı. Ömrü kısa oldu ama ölümü iki camiayı birleştirdi. İnsan ömrü nedir ki? İki ezan arasında bir nefes.”
Her ölüm erken ölümdür. Her ölüm acıdır, her ölüm kayıptır, her ölüm yıkımdır, her ölüm sonsuz ayrılıktır.
Lakin her ölüm aynı zamanda bir derstir de... Almasını bilenlere!

16 Nisan 2008, Çarşamba 04:30
YAZININ DEVAMI