Arama

Popüler aramalar

‘’Aziz Bey'in iki yüzü‘’

İskoç yazar Robert Louis Stevenson'ın "Dr. Jekyll ve Mr. Hyde" romanında, saygın bir bilimadamı olan Dr.Jekyll, kişiliğinin iyi ve kötü yanlarını birbirinden ayırmak ister. Laboratuvarında yaptığı etkili bir iksir sayesinde, içindeki kötülükleri yine kendi olan "Mr. Hyde"ın bedeninde etkin hale getirir. Mr.Hyde haline geldiği anlarda, içinde gizli kalmış tüm kötülükleri dışavurur, insanlara zarar verir.

* * *

Fenerbahçe Başkanı Aziz Yıldırım, 10 yıllık dönemi sonunda Türk futbol tarihinin en başarılı başkanı olma yolunda hızla ilerliyor. Tesisleşme ve kurumsallaşma bakımından tüm başkanlara fark attığı söylenebilir. Geriye sportif başarı kalıyor. Önümüzdeki bir kaç yıl içinde alınacak bir Avrupa kupasıyla bunu da gerçekleştireceğine inananlardanım. Aziz Bey, bu başarısıyla yalnız Fenerbahçe'ye çağ atlatmıyor, Türk futbolunun da ufkunu açıyor. Çıtayı kendi takımı için yükseltirken, aynı zamanda rakipleri için de bir nirengi noktası oluşturuyor. Galatasaray ve Beşiktaş da, Fenerbahçe'yle baş etmek için kendilerini ezeli rakipleri kadar yatırım yapmak zorunda hissediyorlar.

Gelgelelim, Türk futbolu için böylesine önem arzeden bir figür olan Aziz Yıldırım, işler biraz sarpa sardığı zaman öfkesini kontrol edemiyor ve çevresi için yıkıcı olabiliyor. Saldırganlaşabiliyor; basını, federasyonu, hakemleri tehdit edebiliyor. Son Ankaraspor yenilgisinde yaptığı gibi. Son saniye golünü yer yemez, rakip başkanın elini sıkmadan tribünü terkedip, koridorda da hakemlere hakaret eden Aziz Bey'in, tipik bir "Dr. Jekyll ve Mr. Hyde" sendrdomu yaşadığını söyleyebiliriz. İki yüzü var Aziz Bey'in: Bir yanı aydınlık, bir yanı karanlık. Fenerbahçe Ankara'dan golü yediğinde Konya'da bir uğultu koptu. Denizli maçıyla kaybettiği şampiyonlukta da Anadolu kentlerinde halk sokaklarda kutlama yapmıştı. Anadolu'daki Fenerbahçe karşıtlığında Aziz Bey'in kibirinin ve itici tavırlarının çok büyük rolü var. Fenerbahçe, Galatasaray ve Sivasspor'un nefes nefese girdiği lig finalinde finişi görecek olan takımı belirleyen faktör de bu olacak. Unutulmamalı ki, çevrene nasıl bir elektrik verirsen, ona göre bir sinerji yaratırsın!

15 Nisan 2008, Salı 04:30
YAZININ DEVAMI

‘’Hakem önce insandır!‘’

Hakemler da sizin bizim gibidirler. Etten, kemikten, sinirden oluşurlar. Yerler, içerler, ağlarlar, gülerler, özlerler, çoluk çocuğa karışırlar. Onların da hayalleri, beklentileri, düş kırıklıkları vardır. O nedenle, kolay değildir, insan olup da insana dair bir takım zaafiyetlerden arınabilmek. Onlar da bir an dalabilir, görmeyebilir, hata yapabilirler. İçlerinde bazılarının bir takım hesapları da olabilir elbette! Onları yönetenlerin içinde de ince hesaplar yapanlar vardır mutlaka! Mümkündür. Kimin hesabı yok ki! Biz ne kadar kirliysek, hakemler de o kadar kirlidir. Sizin bizim çocuklarımız, akrabalarımız, kan bağımız değil midir sonuçta onlar da? Yani içimizden birileri! Onun için zihnimizde yarattığımız bir takım senaryoları gerçekmiş gibi algılayarak, başarısızlıklarımızı hakemlere vehmetmekten vazgeçmeliyiz. Hakemler rüzgar gülü gibidir! Bir gün sana bir gün bana! Ondan dolayı, kimse ne tam mağdurdur, ne de tam mağrur. İç içe geçmiş, karanlık, grift ilişkilerin sonucudur, son haftalarda olanlar. Ve hepimiz bu oyunun bir parçasıyız. Kimse ne siyahdır, ne de beyaz. Herkes gridir. Birbimizden farkımız, küçük nüanslardır. Grinin tonları dediğimiz nüanslar. Bundan önceki yıllarda ne kadar temiz lig oynanıyorsa, bugün de o kadar temiz ligimiz var. Mesele bu kadar basit aslında. Sözü fazla uzatmanın alemi yok. Geçelim futbola:

Herkesin yeni bir Anadolu ihtilali olur mu diye beklenti içine girdiği son haftalarda Sivasspor, bir kez daha düz yolda araba devirdi. Gerek maddi olanakları, gerek kadro kalitesi bakımından Üç Büyükler'le kıyas bile edilemeyecek olan Yiğidolar'ın olayı bu noktaya kadar getirmeleri bile bir başarı tabii ki... Ama yine de gönül, finiş çizgisinde pes etmemelerini istiyor. Sivas, Fenerbahçe ile Beşiktaş'la sahasında berabere dahi kalsaydı, bugün şampiyonluğun 1 numaralı adayıydı. Şimdi ise altına alması gereken üç rakip var. İşleri kolay değil. Ligde bitime 5 hafta kala üstte ve altta kıran kırana bir mücadele sürerken, Başkent'in göbeğindeki zeminin bostan tarlasına benzemesi kimin ayıbıdır, onu da burada sormak gerekir.

Son olarak Yattara'ya bir çift söz: Tamam kadeşim, iyi futbolcusun. Ama iyi futbolcu olmak, adam olmak anlamına gelmiyor. Sahada rakiplerinin emeğine, alınterine saygılı olmak, onlarla dalga geçmemek futbolda en önemli düsturdur. Önce tevazuu. O tekme hayatını kararatsaydı ne olacaktı? Bundan sonra kimsenin gururuyla oynama!

08 Nisan 2008, Salı 04:30
YAZININ DEVAMI

‘’Ne mutlu seni sevene‘’

Her şey bir düşle başlar. Düşlerin gerçekleşmesi için önce düşlemesini bilmek gerekir. Ardından peşinden koşmak lazım. Tıpkı Fenerbahçe’nin yaptığı gibi. Sarı-Lacivertli takım, Şampiyonlar Ligi’nde basamakları birer birer tırmanarak zirve yolculuğuna çıktığında belki de kendilerinden başka hiç kimse inanmamıştı. O inanç, o ruhla sahaya çıkan Fenerbahçe, rakiplerinin dünya devi olmasına aldırmadan kendi oyununu, kendi klasiğini sahaya yansıtarak her maçta taraftarlarına yeni yeni zafer şarkıları söyletti.
Bugüne kadar karşılaştığı rakipleri içinde belki de en güçlüsü olan Chelsae karşısında maça tutuk başlayan Fenerbahçe, İngiliz takımının etkili presi karşısında en güçlü silahı olan öldürücü pas trafiğini ilk yarı boyunca bir türlü gerçekleştiremedi. Orta alanda organize olamadı. Hücum hattına top taşıyamadı. Kanatları kullanamadı. Buna mukabil Chelsea, başta Drogba olmak üzere Fenerbahçe kalesinde oldukça tehlikeli pozisyonlar yarattı. Deivid’in ters vuruşuyla da skor avantajını ele geçirdi.
İkinci yarıda ise her şey tersine döndü. Fenerbahçe kendi kimliğine büründü. Orta alan üstünlüğünü eline geçirdi. Colin Kazım’ın oyuna girmesiyle etkinliğini daha da artırdı. Sağlı sollu ataklarla Chelsea kalesini abluka altına alan Sarı-Lacivertiler, aradığı golleri bulmakta gecikmedi de... Colin Kazım ile Deivid’in golleri birinci sınıftı. Aylardır gol yemeyen Chelsea bir maçta iki gol birden yiyince neye uğradığını şaşırdı.
İngiliz takımının son dakikalardaki nafile çabaları da sonuç vermeyince Fenerbahçe kendi sahasında bir dünya devini daha dize getirmenin mutluluğunu yaşadı, yaşattı. Bu skorun rövanş için yetip yetmeyeceği aslında o kadar önemli değil. Önemli olan Fenerbahçe’nin Avrupai bir kimliğe bürünmesidir. Kupa yolculuğunda en büyük avantajlarından biri de budur. Bu kimlik ki, rakiplerini titretmeye yetecektir. Tıpkı dün ikinci yarıda Chelsea’li futbolcuların bacaklarını titrettiği gibi.
Fenerbahçe düşlerinin peşinde koşmaya devam ediyor. Kutlu olsun Fenerbahçe’ye, kutlu olsun Türkiye’ye...

03 Nisan 2008, Perşembe 04:30
YAZININ DEVAMI

‘’İnönü'yü yıkmak yetmez!‘’

Bir zamanlar futbolun mabediydi, eski adıyla Mithat Paşa, yeni adıyla İnönü, en yeni adıyla da Beşiktaş İnönü Stadı! Üç Büyükler orada oynardı. Kendi aralarındaki karşılaşmaları taraftarlar bir arada seyrederdi. Bayram yerine gider gibi gidilirdi Dolmabahçe'ye. Beyler takım elbiselerini giyer, hanımlar da şık tayyörleriyle tribünlerde yerlerini alırlardı. Bırakın küfürü, tacizi, kötü bir söz bile, söyleyeni utandırır, yüzünü kızartırdı.
Sonra devir değişti. Mahalle bitirimleri yavaş yavaş tribünlerde hakimiyet kurmaya başladı. Derbi maçlarında kapalı tribünü ele geçirmek için geceden yorgan-döşek stadın önünde yatılarak nöbetler tutuldu. Bu uğurda kavgalar patlak verdi. İşin içine alkol ve uyuşturucu girdi. Düzen bozuldu. Bir daha hiç bir şey eskisi gibi olmadı. Derken, endüstriyel futbol kapıya dayandı. Statlar paylaşıldı. İnönü, Beşiktaş'a düştü. Fenerbahçe ile Galatasaray'a deplasman oldu. Doğrusu da buydu. Lakin, doğruyu yaparken bile yanlış yolları kullanmaktan imtina etmedik. Beşiktaş'ın işgüzar yöneticileri rakipleri sindirmek için bir takım düzenlemeler yaptı İnönü Stadı'nda. Seyirciyi sahaya yaklaştırdılar. Bir korku ve dehşet atmosferi yaratmak istediler. Başarılı da oldular! Takımlarının, gerek popülarite, gerekse sportif başarıda ezeli rakiplerinin gerisinde kalmasının öfkesini yaşayan Beşiktaş taraftarı, işler yolunda gitmediği zaman çileden çıktı. Rakiplerin üzerine bir kabus gibi çöktüler. Tıpkı son maçta olduğu gibi. Türkiye'nin gelmiş geçmiş en başarılı iki yabancı futbolcusundan biri olan Alex'i izlemenin keyfini yaşamak yerine, Brezilyalı'ya ellerine ne geçerse yağdırdılar. Bir korner kullanmak bile zul oldu Sambacı'ya. Ardından kaleci Volkan'nın anasına koro halinde edilen küfürler. Çok yazık. Beşiktaş İnönü'yü yıkıp yeni stat yapacakmış. Bu yetmez. Tabuları da yıkmalılar. Yönetici ve taraftar profili değişmeli. Aksi takdirde bu zihniyetteki Beşiktaş'a dünyanın en modern stadını yapsanız bile nafile.
Son 6 haftaya girilirken Fenerbahçe beklendiği gibi öne çıktı. Rakiplerinin durumuna bakılırsa Sarı-Lacivertliler ipi önde göğüsleyecek gibi gözüküyor. Ama bunu söylerken yine de temkini elden bırakmamak lazım. Burası Türkiye! Dengeler çok çabuk değişiyor! Sonra adama yazdığını yedirirler vallahi!

01 Nisan 2008, Salı 04:30
YAZININ DEVAMI

‘’ultrAslan değil ultraİnsan!..‘’

Bilenler, bilir. Taraftar konusuna her zaman temkinli yaklaşmışımdır. Netameli bir durumdur. Taraftar, iki ağzı keskin bir bıçak gibidir. Ne zaman, neyi doğrayacağı belli olmaz. Takımının gururu da olur, katili de... Bir yüzü aydınlıktır, bir yüzü karanlık... Bu, ülkemizde yerleşik bir taraftar kültürünün olmamasından kaynaklanan öznel bir durumdur.
Ancak bu konuda son yıllarda umut verici gelişmeler de yaşanmıyor değil. Çağdaş, iyi eğitimli, vizyon sahibi, iletişim teknolojisini iyi bilen ve kullanan, gerçek taraftarlık bilinciyle donanmış insanlardan oluşan bazı taraftar grupları tribünlere yavaş yavaş hakim olmaya başladı. Yıllardır ‘çapulcu’ grupların statlarda estirdiği terörün önlenmesinin yolu, yeni yeni filizlen bu çağdaş oluşumların artmasından geçiyor.
Bu tür gruplar, takımlarını desteklemelerinin dışında yeni bir misyon daha üstlendiler: Ülkesine, değerlerine sahip çıkmak, topluma sosyal mesajlar vermek. Bu da onların sadece taraftarlık bilinciyle donanmadıklarını gösteriyor. Sahip oldukları bilinç, bir ışıma hali. Bir erdem. Bir insanlık düsturu. Tıpkı Galatasaray’ın etkin taraftar gruplarından ultrAslan’ın geçtiğimiz hafta sergilediği örnek davranış gibi.
O pankarttaki en anlamlı
mesaj: Renklerin kardeşliği

Dünya tarihinin en büyük destanlarından biri olan Çanakkale Savaşı’nın 93. yıldönümü nedeniyle birdizi anma etkinliği düzenleyen ultrAslan’ın, Denizlispor maçında Ali Sami Yen’de açtığı pankart, şehitlere karşı gösterdikleri duyarlılık kadar anlamlıydı. Kapalı tribünde açılan “Kınalı kuzular kalbimizde” yazılı pankart, insanın tüylerini diken diken edecek cinstendi. Emperyalizme karşı verilen bu zalim savaşta, ülkeleri için gözlerini kırpmadan hayatını veren gencecik Türk çocuklarını yadeden ultrAslan, açtığı pankartta ezeli rakipleri Fenerbahçe ve Beşiktaş’ı da unutmamıştı. Pankartta üç kulübün forma rengi yanyanaydı. Sarı-Lacivert’le başlayan, Siyah-Beyaz’la devam eden yazı, Sarı-Kırmızı’yla sona eriyordu. Verilen mesaj gayet netti: Bu savaş, hepimizin savaşı, şehitler hepimizin şehitleridir. Galatasaraylısı da, Fenerbahçelisi de, Beşiktaşlısı da, Çanakkale’de yanyana düşmana karşı koymuş, göğsünü vatanına siper etmiş, birlikte aç-susuz kalmış, birlikte kurşun atmış ve yemiş, birlikte ölmüşlerdi.
Burada bir kez daha ortaya çıkan gerçek, bizim ülke içindeki kutuplaşmamızın, yapay bir ayrışma olduğudur. Evet, biz böyleyiz. Kendi kendimizle başbaşayken zıtlaşırız. Birbirimizi kırarız, döveriz, üzeriz. Lakin, gerektiğinde tekrar yek vücut olmasını da biliriz. ultrAslan’ın tavrı, söz konusu bu vatan olunca, nasıl biraraya geleceğimizin, nasıl tek yumruk olacağımızın en açık göstergesidir. Bu ülke, gücünü de buradan alıyor zaten. Bu bilinç, bu aşk, bu ant, bu inanç olduktan sonra emperyalizmin azı dişleri etimize işlemez. İşlemeyecektir de... Bunu dosta-düşmana yeniden hatırlattığı için ultrAslan’a gönlünümüzün en mutena yerinde bir köşe açmalıyız. Ve onları kucaklamalıyız.

Ertuğrul Sağlam’ın özrü
Bu ülkede tribün terörünü tetikleyen üç ana unsur vardır: Kifayetsiz yöneticiler ile teknik adamlar, şovmen futbolcular ve sözde spor medyası. Maç öncesi ve sonrası ağzından çıkanı kulağı duymayan yöneticiler ve teknik adamlar ile gereksiz yere kendini yere atan, rakibe karşı hırçınlık yapan, hakemlere yerli yersiz itiraz eden futbolcular tribünleri tahrik ederken, bazı sözde spor gazeteleri de kışkırtıcı asparagas haberlerle onların değirmenine su taşır.
Bu bakımdan bazı spor adamlarını varlığı ülke futbolu için büyük önem taşır. Ertuğrul Sağlam da bunlardan biridir. Beşiktaş’a gelerek ateşten gömlek giyen Ertuğrul hocanın, Belediye maçının devre arasında Bobo’nun atılması nedeniyle hakemlere olan sitemi kameralara yansıdı. Hayli itiraz etti genç teknik adam. Vicdandan filan söz etti. “Rahat uyuyacak mısınız?” diye sordu hakemlere. Soyunma odasında pozisyonu izledikten sonra ise fikri değişti. Hakemin haklı olduğunu gördü. Ve bir kez daha kameralara çıkarak özür diledi. Büyük hoca olmanın en önemli koşullarından biri de kendi vicdanının sesini dinleyebilmektir. Ertuğrul hoca, bu yolda hızla ilerliyor. Yolu açık olsun.

26 Mart 2008, Çarşamba 03:30
YAZININ DEVAMI

‘’Bir kaç iyi adam‘’

Mücadele düzeyi ve rakabet açısından müthiş bir sezon yaşıyoruz. Ancak aynı şeyi ligin kalitesi için söylemek mümkün değil. Fenerbahçe'nin dışındaki şampiyon adayları dahil, hiç bir takımın futbol kalitesi, değil Avrupa standardı, vasatı bile aşamıyor. Oynanan oyun kimseyi tatmin etmiyor. Takımlarımız bir türlü istikrarı yakalıyamıyor. Bir hafta harikalar yaratan bir takım, ertesi hafta dökülebiliyor. Hiç kuşkusuz bunda teknik adam sirkülasyonunun önemli bir rolü var. Hiç bir takımın uzun vadeli planı, belli bir stratejisi yok. Günlük yaşanıyor. Önümüzdeki Avrupa şampiyonası öncesi milli takımı bekleyen en büyük tehlike, ligimizdeki bu kalitesizlik ve istikrarsızlıkdır.

Aynı durum futbolcular için de geçerli. Ligi forse eden, "işte yıldız" dedirten bir futbolcumuz bulunmuyor. Sezon başında herkesi heyecanlandıran, lige damgasını vuracağı düşünülen Arda Turan kendisini bir türlü geliştiremedi. Bir arpa boyu yol alamadı. Saman alevi gibi yanıp sönüyor. Keza Mehmet Topuz da öyle. Küçük maçların büyük futbolcusu gibi duruyor. Takımının Üç Büyükler'le oynadığı maçlarda ise bir türlü sahne alamıyor. Buna karşın çok dakika alması Topuz'un artısı olarak göze çarpıyor. Bütün bunların yanısıra gücüyle, enerjisiyle, istikrarıyla, profesyonelliğiyle, iş ahlakıyla öne çıkan futbolcularımız da yok değil. Başta Servet Çetin olmak üzere. Her geçen gün futbolunun üzerine bir şeyler koyan Servet Çetin, bu sezon Galatasaray'ın en büyük transferi olduğunu kanıtladı. Avrupa Şampiyonası'nda Milli Takım'ın da önemli kozlarından biri olacak. Servet'in dışında Gökhan Gönül ve Mehmet Topal da, ligin en iyi çıkış yapan iki futbolcusu oldular. Oynadıkları futbolla herkesin gönlünü fetheden Gönül ve Topal, gerek kendi takımlarında, gerekse Milli Takım'da kendi mevkilerini uzun yıllar parselleyecek gibi gözüküyorlar. Bu üç isme ekleyeceklerimiz ise ne yazık ki pek fazla değil. Alex zaten biliniyor. Mehmet Aurellio, İbrahim Toraman, Tomas Abraham, Mehmet Yıldız, Remzi Giray Kaçar, istikrarlarıyla öne çıkan diğer futbolcular.

İstanbul Belediye maçını "derbi" olarak görmeyen Beşiktaş'ın "haftanın en kaybedeni" olduğu geçen haftadan aklımızda kalanlar ise; Antep'in 8 hafta sonra kazanması, Çaykur Rize, Konya ve Gençlerbirliği'nin serbest düşüşlerinin devam etmesi.

25 Mart 2008, Salı 03:30
YAZININ DEVAMI

‘’Çilingir Semih‘’

Galatasaray’ın Leverkusen’den 5 yediği maçın sonrasında havalimanında bir yönetici şöyle yorum yapmıştı: Ligde Allah’tan bu hafta Kasımpaşa’yla oynayacağız! Benim cevabım ise şuydu: Futbolcular da sizin gibi düşünürlerse vay halinize. Sonrasını biliyorsunuz.
Bunu hatırlatma gereği duymamın sebebi, ligde misafir gibi duran takımların her zaman büyüklerin başına iş açabileceğidir. Gerek Avrupa, gerekse lig yarışında Fenerbahçe’nin kaderini belirleyecek zorlu maç trafiği öncesinde en zayıf halka Kasımpaşa gözüküyordu. Fenerbahçe camiasının da, basının da ortak görüşü buydu. Ligin mütevazı ekibi, her ne kadar Uğur Tütüneker ile son haftalarda göz kamaştırıcı bir performans sergiliyorsa da, genel kanı Fenerbahçe’nin bu maçı rahat alacağı yönündeydi. Teknik direktörlerin de böylesi maçlar öncesinde en büyük korkusu, futbol kamuoyunun ortak kanaatinin futbolcuları da etkisi altına almasıdır. Nitekim dün gece de öyle olduğu görüldü. Sarı-Lacivertli takım, Semih oyuna girene kadar bir türlü organize olamadı. Konsantrasyon eksikliği, Kasımpaşalı oyuncuların Alex ve Deivid’e yakın oynaması, Aurellio ile Selçuk’un top kayıpları, Fenerbahçe’nin, o, rakiplerini bayıltıcı pas trafiğini bir türlü gerçekleştirememesine neden oldu.
Ne Zico’ya, ne de Terim’e (Mili Takım’da Sabri var Semih yok!) bir türlü yaranamayan Semih, dün geceki maçın da kilidini açan oyuncuydu. Genç futbolcunun gol öncesi Gökhan Gönül’e verdiği harika pas, Alex’in vuruşu kadar değerliydi. Bu pozisyon, Fenerbahçe’nin o ana kadar bir türlü yapamadığı hücum organizasyonuydu. Yalnız arkadaşlarını pozisyona sokmakla kalmayan Semih, nefis futbolunu bir de golle süsleyince geceyi aydınlatan futbolcu oldu.

22 Mart 2008, Cumartesi 03:30
YAZININ DEVAMI

‘’Hakem de bir oyuncudur!‘’

Boşuna değildir, hakemleri sürekli oyunun içine çekme çabamız! Çünkü onlar da bir oyuncudur! Ve onların da hakkıdır kendi oyunlarını oynamak! Haklarıdır, hakları olmasına da, hangi rolü üstlenecekleri önemlidir. Yardımcı oyuncu olurlarsa, ne ala... Ya bunu istemezlerse? Örneğin, başrolü üstlenmek isterlerse ne olur? Hiç kuşkusuz ortaya kötü bir film çıkar. Bir oyunu güzelleştiren en önemli faktör, başrolde oynayan oyuncuların, hakiki başrol oyuncusu olmasıdır. Mesela Alex, mesela Ümit Karan, mesela Rüştü... Eğer, sahadaki hakemler, onların rolünü çalmaya kalkarsa, ortada bir sorun var demektir. Hakem, hakemlik yapmalıdır. Yıldız olmak onların işi değildir. Ancak ne var ki sistem onları bu gereksiz gayretkeşliğe itiyor. Türkiye'de şöhret olmanın en kolay yollarından biridir, önemli bir maçta öne çıkarak, haftalarca konuşulmak. Egosunu frenleyemeyen hakemlerimiz, ellerine böylesi bir fırsat geçti mi, nokta atışını yaparlar. Dünyada, kötü maç yöneterek şöhret basamaklarını tırmanan hakemler sadece bize özgüdür. Üflenen bir kaç yanlış düdükle, bir anda Türkiye'nin en önemli şahsiyeti olmak mümkün! Şöhret bir kez gelmeye görsün. Şöhret sarhoşluğu denen bir olgu da vardır. Ünlü olmanın büyüsüne kapılan hakem, ününü pekiştirmek için arka arkaya hatalar yapmaya devam eder. Sonrası malum: Gelsin gazete yazarlığı, televizyon yorumculuğu!
Bu hafta da ne yazık ki, hakemleri tartışmaktan futbolu konuşmaya fırsat bulamadık. İsimleri önemli değil. Kimlerin hangi maçlarda neler yaptığını herkes biliyor zaten. Önemli olan, bazı hakemlerin ceplerindeki kartların yanına bir takım hesapları da koyarak sahaya çıkması. Kokuşmuş düzenin sonucudur bu. Kolay kolay temizleneceğe de benzemiyor.
Neyse, biz yine de sözümüzü iki isme selam göndererek tamamlayalım: Güvenç Kurtar ve Uğur Tütüneker. Biri, son derece kısıtlı bir kadroya sahip olan Denizlispor'da harikalar yaratmaya devam ediyor, diğeri de Lorant'ın yerle bir ettiği Kasımpaşaspor ile mucize peşinde koşuyor. Beyinleri dert görmesin.

18 Mart 2008, Salı 03:30
YAZININ DEVAMI