Arama

Popüler aramalar

‘’Semih nöbete!‘’

Bazı Anadolu kentlerindeki statlarda futbol oynamak tam bir gavur eziyetine dönüştü. Konya Atatürk Stadı da bunlardan biri. Stattan çok, bir merayı andırıyor. Sal sürüyü, otlasın! Zemin o kadar kötü ki, değil top oynamak, koşmak bile riskli! Fenerbahçe de zaten dün öyle yaptı. Koşmadan, terlemeden Konyaspor’u yürüye yürüye yendi!
Futbolsuz, pozisyonsuz geçen akıllara ziyan bir ilk yarının ardından, yediği tesüdüfi bir golle silkelenen Sarı-Lacivertliler, ligin en çok gol yiyen takımı Konyaspor’u bir anlık parlamayla yakıverdi. Semih ve Deivid kombinasyonlarıyla iki dakika içinde gelen gollerden sonra Fenerbahçe gerçek kimliğine büründü. Sahanın tek hakimi oldu. Alex ve Deivid’in hazırladığı pozisyonlarla zaten dağılmaya teşne Konyaspor defansını allak bullak etti. Sağ kanattan etkili kanat bindirmeleri yapan Kanarya’nın sol tarafı aynı işlerlikte değildi. Bu durum, daha fazla pozisyon yaratamamasına neden oldu.
Fenerbahçe’de sonuca etki eden en önemli isim hiç kuşkusuz Semih Şentürk’tü. Hafta içinde basına “ben nöbetçi golcü değilim” diyerek serzenişte bulunan yıldız futbolcu adeta kendini tekzip etti! Oyuna girdi, şip-şak gollerle takımını mağlubiyetten galibiyete taşıdı ve ardından sekmeye başlayınca, “ben işimi bitirdim, hadi bana eyvallah” diyerek oyundan çıktı. Semih, bu görüntüsüyle tam bir “nöbetçi golcü” gibiydi! Burada ortaya çıkan gerçek şu: Semih’siz Fenerbahçe olmaz. Zico’nun mutlak surette oyun şablonunda değişikliğe giderek, takımda Semih’e yer açması gerekiyor. Semih’in yedek kulübesine hapsolması, hem genç futbolcu, hem Fenerbahçe, hem de Avrupa Şampiyonası’na gidecek olan milli takım için büyük kayıp.
Konyaspor’a gelince... Yeşil-Beyazlılar’ın bu oyun anlayışı ile kümede kalması çok zor. Ne hırs, ne motivasyon, ne inanç, ne direnç... Yokuş aşağı freni patlayan kamyon gibiler. Allah yardımcıları olsun!

17 Mart 2008, Pazartesi 03:30
YAZININ DEVAMI

‘’Fenerbahçe ile Elena'nın azmi‘’

Iki farklı olay. İki farklı direnç. İki farklı başkaldırı. Belki de başeğmeme. Pes etmeme. Diz çökmeme. Yenilmeme. Sonuna kadar direnme.
Başkaldırı insanoğlunun doğasında vardır. Edilgenlik de öyle. Hayat ikisi arasında gidip gelen bir sarkaçtır aslında. Nasıl bir hayatı yaşayacağımıza karar verdiğimiz anda ikisi arasında seçimimizi yapmış oluruz. Bu seçim, kendi hayatımıza ve kaderimize hükmedip hükmetmeyeciğimizle ilgilidir. Ya başkalarının bizim yaşamamızı istediği hayatı kabulleneceğiz, ya da kendi geleceğimizi kendimiz tayin edeceğiz. Bir tarafta onurlu ve anlamlı bir yaşam, diğer yanda hiçlik.
Gösterdiği olağanüstü direnç ile Sevilla’yı eleyen Fenerbahçe ile gücü tükenmesine rağmen, sürüne sürüne finiş çizgisini geçen Rumen atlet Elena Tampau, hayata dair unutulmaz fotoğraf kareleri astı belleğimizin loş duvarlarına. Asla boyun eğmememiz gerektiğini bir kez daha kavradık onların onurlu direnişi karşısında. Hayatla başetmenin yolunun sonuna kadar çarpışmaktan geçtiğini yeniden hatırladık onların azmi sayesinde.
Biri kazandı, muhtemelen kazanmaya da devam edecek. Diğeri ise yarışı kaybetti belki, ama kaybederken de nasıl kazanılabileceğini öğretti herkese. O penaltı atışları sonunda Fenerahçe de kaybetseydi, tıpkı Elena gibi kaybederken kazanmış olacaktı. Bu, mağlubu olmayan bir yarıştır.
Yıllarca akıllardan çıkmayacak bu iki farklı spor olayından çıkarmamız gereken çok önemli dersler var. Nasıl bir hayat yaşayacağımıza karar verirken Fenerbahçe ile Elena Tampau’nun mağrur fotoğraflarına bir kez daha bakmamızda fayda var. Bizlere sundukları seçeneğe dört elle sarılmamız halinde ancak yaşamımıza mana katabiliriz. O seçenek ki; bize acı çektirebilir, elem-keder verebilir, bizi yara bere içinde bırakabilir, engebelerle, kör kuyularla dolu yollardan geçirtebilir, her mesafe alışımızda birer parçamızı bıraktırabilir; ama dik durmasını, öz saygımızı muhafaza etmesini sadece böyle öğrenebiliriz. Zordur böyle yaşamak. Lakin yaşamak budur. Yaşamak direnmektir. Gerisi hiçliktir.

Statta terörist var!
Gençlerbirliği ile Beşiktaş arasında oynanan maçta Ankaralı bir grup küçük kız, tribünde adına döviz dediğimiz karton kağıtlardan yapılmış pankartlardan açıyorlar. Tello’ya yönelik sevgi ifadeleri yer alıyor, minik ellerdeki dövizlerde. Senede bir kaç kez kavuşabildikleri Beşiktaş’a ve Tello’ya sevgilerini böyle gösteriyorlar. Özlem giderdikleri için çocukların içi içine sığmıyor. Müthiş bir heyecan ve coşku yaşıyorlar. Taa ki çevik kuvvet polisi ortaya çıkana kadar.
Çocuklar ve çevik kuvvet! İşgüzar polisler geliyor, yasak olduğu gerekçesiyle çocukların ellerinden dövizleri topluyor. Küçücük kızlara adeta terörist muamelesi yapıyorlar. Bir coplamadıkları kalıyor! Çocuklar şaşkın, çocuklar üzgün, çocuklar darmadağın. Çocukların ruhu paramparça.
İnsan ne diyeceğini şaşırıyor, aklımızın hafsalamızın alamayacağı böyle vahim bir olay karşısında. Bu ne işgüzarlık, bu ne sevgisizlik böyle. Gasp, kap-kaç, haraç çetelerinin sokakları teslim aldığı bir Türkiye’de polisin yaptığına bakar mısınız? Pes demek bile hafif kalıyor.
Polisin statlardan çekilmesinin zamanı geldi geçiyor. Türkiye bunu da gerçekleştirmeli. Nasıl tel örgüler kalktıysa, polis de kendi asıl işine geri dönüp halkı kötü adamlardan korumalı. Çağdaşlığın gereği budur.

13 Mart 2008, Perşembe 03:30
YAZININ DEVAMI

‘’Aziz Yıldırım'a Fair-Play ödülü verilmeli‘’

Göreve ilk başladığı yıllarda yalnız ezeli rakiplerine değil, neredeyse tüm Türkiye’ye antipatik gelen Aziz Yıldırım’ı o zamanlarda anlayamadığımız bu günlerde ortaya çıkıyor. Bazı davranışları belki gerçekten nahoştu, ancak tüm eylemleri ve söylemleri kulübünün çıkarlarını savunmak üzerineydi. Onu, o dönemler bize itici gelen bazı davranışlara sürükleyen de muhtemelen anlaşılamamış olmak ve geciken sportif başarıydı. Bugün karşımızda bambaşka bir Aziz Yıldırım profili var. Bir takım hatalarından arınmış, çağdaş, sorumlu, rakiplerine saygılı, diyaloğa açık bir başkanla karşı karşıyayız.
Dostluk köprüsü
Salonda kız takımına küfür eden Fenerbahçe taraftarına olan tepkisi büyük takdir toplamıştı Aziz Bey’in... Önceki gece ise yeni bir açılıma imza attı. Galatasaray’ın, tekerlekli basketbol takımı ve engelli vatandaşlara yardım için düzenlediği geceye katılarak 25 bin YTL bağışta bulundu. Galatasaraylılar da onun bu jestini ayakta alkışladı. Bu, iki kulüp arasında bugüne kadar belki de görülmemiş bir barış ve dostluk köprüsünün kurulmasıdır. Bir Fenerbahçe başkanının ezeli rakibine ait bir branşa yardım etmesi müthiş bir Fair-Play örneğidir. Aziz Bey’in hakkı Aziz Bey’e verilmelidir.

12 Mart 2008, Çarşamba 03:30
YAZININ DEVAMI

‘’Hagi'nin ruhu Saracoğlu'nda!‘’

Futbolu seyredilebilir kılan en önemli faktör, hiç kuşkusuz "sanatçı" diye niteleyebileceğimiz kreatif futbolcuların varlığıdır. Her ne kadar fizik güçleri, dayanıklılıkları, pres özellikleri üst düzeyde olmasa da, futbol zekalarıyla, yaratıcılıklarıyla, teknikleriyle son sözü söyleyen genellikle 10 numara dediğimiz bu futbolcular olur. Ve taraftar da futbolu onlar olduğu için sever. Onların olmadığı bir futbol müsabakası keçi boynuzu tadı verir, ki bir kaç hafta sonra tribünlerde kimseyi bulamazsınız. Hagi'nin hala Galatasaray taraftarının burnunda tütmesi boşuna değildir. Keza, Sarı-Kırmızılı yöneticilerin her sezon bir "Hagi" araması da öyle...
Bu sezon başında Galasaraylılar'ın özlemi dinecek gibi görünüyordu. Lincoln transferi Ali Sami Yen'e yeni bir heyecan getirmişti. Lakin, ilerleyen haftalarda umudun yerini hüsran aldı. Uzun bir sakatlık döneminin ardından yeniden sahalara dönen Lincoln her maçta hayalet süvari gibi sahada geziyor. Ortaya çıktığı anda da yerde görüyoruz. Kendini atıveriyor. "2.Arif vakası" dersek, Arif'e haksızlık etmiş oluruz! Ali Sami Yen'in tribünlerinden yeşil alana akan sevgi pınarı bile onu kendine getirmeye yetmiyor. Anlaşılan ortada karşılıksız bir aşk var!
Buna karşın Fenerbahçe'de Alex ligdeki dengeyi bozan isim olarak ön plana çıkıyor. Müthiş bir futbol zekası ve sol ayağa sahip olan Alex'in sahadaki varlığı bile Sarı-Lacivertli takıma maç kazandırmaya yetiyor. Brezilyalı yıldız, en kötü maçında dahi tabelayı değiştirecek pozisyonlara imza atıyor. Galatasaray'ın kaybettiği Hagi'nin ruhu, bambaşka bir bedende Saracoğlu'nda yeniden zuhur ediyor. Alex atıyor, attırıyor, pozisyon yaratıyor, futbolun bütün güzelliklerinde başrolü oynuyor. Zaten rakamlar da bunu doğruluyor. Alex: 9 gol, 10 asist. Lincoln: 3 gol, 3 asist. Fazla söze gerek yok!
Beşiktaş'ın yine son saniye golüyle kazandığı haftanın akılda kalan diğer özellikleri ise; zirvedeki dörtlünün iyice kopması, atılan 30 gol ve Konya'nın serbest düşüşüydü. Gerek yukarıda, gerekse aşağıda müthiş bir yarış var. Kazananı ve kaybedeni foto finiş belirleyecek gibi...

10 Mart 2008, Pazartesi 03:30
YAZININ DEVAMI

‘’Pekin 2008 neden önemli?‘’

Sessiz sedasız bir olimpiyat yılına daha girdik. Her ne kadar bunun ülkemizde gelişmiş ülkeler kadar önemi olmasa da tüm branşlarda hummalı bir çalışma devam ediyor. Olimpiyat kotası alamayan branşlar, çeşitli uluslararası turnuvalarda boy göstererek Pekin’e gidecek sporcu sayısını arttırmanın yollarını arıyor. Peki bu çalışmalar sadece bildiğimiz normal sporlarda mı gerçekleşiyor? Elbette hayır.
Olimpiyatın bir de arka yüzü var. Bizim henüz yeni yeni aşina olduğumuz görünmeyen yüzü... Gözlerden, gönüllerden ırak kendi halinde ayakta durmaya çalışan engelli sporundan başka bir şey değil bahsettiğimiz. Bilindiği gibi engelli sporunun da olimpiyatı Paralimpik Oyunları’dır. Olimpiyat Oyunları’nın hemen ardından gerçekleşen Paralimpik Oyunları ülkemiz için yeni bir kavramdır.
Bu konuda o kadar geç kalmışız ki, Türkiye Milli Olimpiyat Komitesi bu yıl 100. yılını kutlamaya hazırlanırken, onun muadili Türkiye Milli Paralimpik Komitesi, henüz bir kaç yıllık bir geçmişe sahip. 8.5 milyon engelli insanını yok sayan bir ülke için elbette yadırganacak bir şey değil bu durum! Bu konuda geç kaldık kalmasına da son yıllarda umut verici gelişmeler de yaşanmıyor değil. Engelli sporu her geçen yıl daha geniş kitlelelere yayılıyor. Sporcu sayısı katlanarak artıyor.
Bedensel Engelliler Spor Federasyonu faaliyet alanını kısa sürede 10 branşa kadar genişletti. Görme Engelliler Federasyonu tarihinde ilk kez Paralimpik Oyunları’na sporcu götürme hakkı kazandı. Judoda 1 sıklette paralimpik vizesi alan Görme Engelliler Federasyonu, atletizmde de kota almak için çalışmalarını sürdürüyor. Sydney 2000’de sadece 1 sporcuyla Paralimpik Oyunları’na katılan Türkiye, Atina 2004’de bu sayıyı 8’e çıkarmış, hatta atıcılıkta Korhan Yamaç’la 1 altın, 1 bronz kazanarak tarihinde ilk kez madalyaya uzanmıştı. Sporcu sayısının Pekin’de 20, madalya sayısının da en az 5 olması hedefleniyor. Atıcılıkta 3 masa tenisinde 1 sporcu için vize alan Bedensel Engelliler Spor Federasyonu, okçuluk, atletizm, yüzme, halter, yelken ve tenis gibi branşlarda paralimpik barajını aşmak için yoğun çaba sarfediyor. Temennimiz o ki, her iki federasyon da önlerine koydukları hedeflere kısa zamanda ulaşır, engelli sporunun ülkemizin yüz akı olmasına vesile olur.
Bırakın spor yapmayı, henüz daha evlerinden çıkmaya cesaret edemeyen engelli insanlarımız için Pekin’de elde edilecek başarıların çok ama çok büyük önemi var. Engelin, hiç bir şeye engel olamayacağı inancını onlara kazandırmanın en temel yolu, Paralimpik Oyunları’na katılacak sporcu sayısını patlatmaktan ve kucak dolusu madalyalarla geri dönmekten geçiyor. Türkiye, Pekin’de bunu başarabilecek güce ve potansiyele sahiptir. 2008, engellilerin yılı olacaktır. Şimdiden kutlu olsun.

06 Mart 2008, Perşembe 03:30
YAZININ DEVAMI

‘’Akıl, akıl gel peşime takıl!‘’

Şu bir gerçek; dünyanın en coşkulu taraftarı Beşiktaş taraftarı. Ama o coşkuyu Beşiktaş’ta ilk yarıda görmek mümkün değildi, futbolcular bu bölümde taraftarına ayak uyduramadılar. Belli ki, aylar sonra gelecek olası bir liderliğin stresini kaldıramadılar.
Galatasaray ise daha sakin ve şuurlu başladı. İlk 50 dakika gole daha yakın olan taraftı. Orta alanda Beşiktaş’ı atağa kaldıracak ayaklara iyi baskı uyguladılar. Forvetteki bağlantıları baştan kestiler. Ancak kazandıkları topları ve serbest atışları akıllıca kullanamadılar. Özellikle de sağ kanatta oynayan Sabri ve Barış telaşe memuru gibiydiler. Sabri’nin, defansif zaafiyetinin yanısıra kanat ataklarında ceza alanına yaptığı kahredici ortalar şaka gibiydi. Günümüz futbolunda en önemli faktörün zeka oluğunu Galatasaray sağ kanadına baktıkça bir kez daha kavradık. Bahsettiğimiz futbol zekası tabii!
İkinci yarıda üst üste 2 tehlike atlatan Beşiktaş’ın rakip kaleyi gole kadar abluka altına almasında Cim Bom’un sağ kanadının çökmesinin de rolü vardı. Beşiktaş’ın golünden sonra maç tempo kazandı. Galatasaray, Beşiktaş kalesinde baskı kurmaya çalışırken, gerideki boşluklara etkili sızmalar yapan Kartal, maçı koparacak pozisyonlar buldu. Burada ise becerisizlik ve kaleci Aykut karşılarına çıkınca farkı açamadılar.
Son maçlarda etkili olan Hakan Şükür ile Ümit, sert savunma karşısında bocalamasına rağmen puan getirecek pozisyonlar yakaladılar. Fakat çabuk ve diri olamadıkları için çerçeveyi bulamadılar. Bu zaafiyeti gidecek Nonda da uzun süre kulübede oturunca yenilgi kaçınılmaz oldu.

03 Mart 2008, Pazartesi 03:30
YAZININ DEVAMI

‘’Çarşı küfüre de karşı mı?‘’

Taraftar konusu netameli bir iştir. Çünkü taraftarın iki yüzü vardır; bir yanı aydınlık, bir yanı karanlık. Takımı için itici güç olduğunda, eza cefa çektiğinde, hançeresi yırtılırcasına bağırdığında, yağmurda, çamurda, kışta, kıyamette takımının peşinden sürüklendiğinde, kulübünün ürünlerini aldığında taraftar, taraftarlığını yapmış olur. Bir de madalyonun diğer yüzü var; tribün terörünün, küfürün, kulüplerin aldığı cezaların sorumlusu da aynı taraftardır. O nedenle, ortada aslında övünülecek bir durum yoktur taraftar açısından. Övülmesi gereken bir duruş da yoktur. Sonuçta herkes kendi oyununu oynuyor! Ülkemizde en etkin taraftar grubu hepimizin bildiği gibi “Çarşı”dır. Çarşı salt bir taraftar grubunun da ötesinde sosyal bir olgudur. “Çarşı her şeye karşı” sloganı şimdiden kült olmaya adaydır. Beşiktaş, pazar gecesi Galatasaray’ı yenerek 4 yıl 2 gün, bir başka deyişle 48 ay, futbol haftası itibariyle 137 hafta sonra liderlik koltuğuna otururken, bunda İnönü Stadı’nı bayram yerine çeviren taraftarının da rolü vardı hiç kuşkusuz. Maç öncesi şovları, tribünde açtıkları dev bayrakla şehitlere karşı gösterdikleri duyarlılıkları, karşılaşma boyunca bitmek tükenmek bilmeyen destekleriyle, İnönü’nün baş aktörü taraftardı. Ama maç sonunda Galatasaray’a ettikleri küfürlerle adeta pazar yerine havan topunu attılar. Yazık.

Bu hafta hakem hataları yine vardı. Fener ve Denizli’nin verilmeyen penaltısı... Yine Denizli’nin buhar olan nizami golü, Gökdeniz’in haksız gördüğü kırmızı kart ve İbrahim Kaş’ın Ümit Karan’a attığı tekme, Delgado gole giderken Holosko’ya kalkan yanlış ofsayt bayrağı hakemler açısından talihsiz pozisyonlardı. Biraz daha dikkatli olalım lütfen!

03 Mart 2008, Pazartesi 03:30
YAZININ DEVAMI

‘’Sahalardan çekilen zerafet: Canaydın‘’

Başlangıçta şaşkınlıkla izledik onu. Ne tarzı, ne söylemleri, ne de eylemleri bize uymuyordu. Başka bir zamandan, başka bir dünyadan yanlışlıkla bu gezegene gelmiş gibiydi. Bir türlü kabullenemedik Özhan Canaydın ekolünü. Kanıksadık onu. Aramıza almamak için direndik. Kendimize benzetmeye çalıştık. Sporun sevgi, barış ve dostluk olduğu temasını tekrarladıkça, Fair Play mesajları verdikçe, ona acı acı güldük. Bir “Don Kişot” mumalesi yaptık, kendisine. Ne de olsa yel değirmenlerine karşı savaşıyordu! O ise yılmadı. Israrla bizi değiştirmeye çalıştı. Çabasının karşılığı ise çoğunlukla aşağılama ve hakaretler oldu. Rol yaptığını söyleyenler bile çıktı, bu tuhaf ülkede. Şark kurnazı taşralı politikacı muamelesi gördü, belli çevrelerce. Hatta zaman zaman kendi camiasından da tepkiler aldı. Centilmen olduğu için Ali Sami Yen’de yuhalamak gibi bir ayıbı bile işlediler. İhaneti de gördü. Dışlandı. Yalnızlaştı. Kahroldu. İçine attı. Ama pes etmedi. Yolundan dönmedi. Yara-bere içinde de olsa, sisteme karşı mücadelesini sürdürdü.
Belki Galatasaray onunla arzu edilen başarıları gösteremedi. Ancak, yalnız Galatasaray’a değil, Türk futboluna getirdiği yeni anlayışla adını tarihe altın harflerle yazdırdı. Başarının en büyüğü de bu değil midir? Bugün geçmişe göre daha huzurlu, daha barışçıl bir futbol ortamı varsa, bunun baş mimarı Özhan Canaydın’dır. Onun zerafeti yavaş yavaş hepimize sirayet etmiştir. Onun hoşgörüsü, alçakgönüllüğü, hatasını kabullenerek özür dilemesi gibi hasletleri biz farkında olmadan içimize işlemiştir. Son yılların en olaysız derbi maçlarının oynanması boşuna değildir. Onun attığı tohumlar yeşermeye başlamıştır.
Galatasaray’da geçen bunca sıkıntılı yıldan, çekilen eza-cefadan sonra tam yaptığı yatırımların hasadını toplayacakken bırakması, kaderin cilvesi olsa gerek. Kim bilir ne sebeplerden buna mecbur kalmış da olabilir. Ancak sebebi her ne olursa, olsun, hepimiz ona fena halde alışmıştık. Onu çok sevmiştik. Sevmeye de devam edeceğiz. Babacanlığıyla, insanlığıyla, yardımseverliğiyle, sevecenliğiyle, ailesinin geleceğini ipotek altına alacak kadar Galatasaray’a olan bağlılığıyla, fedakarlığıyla gönüllerimizin en has bahçesinde yer edinmiştir Özhan Başkan...
Güle güle güzel insan, zarif adam. Yolun açık olsun. Seni asla unutmayacağız.

Atilla’nın hayatının
karşılığı: Koca bir hiç!

Geç gelen adalet adalet değildir, denir. Ya hiç gelmeyen adalete ne denir? Eminim, hepimiz unutup gitmiştik. Antalya Konyaaltı’nda, belediyeye ait tesislerde başına çürük basketbol potası düşerek hayatını kaybeden 12 yaşındaki basketbolcu Atilla Güngör’ün ikinci davası geçtiğimiz hafta sonuçlandı. İkinci diyorum, çünkü acılı ailenin daha önce Konyaaltı Belediyesi aleyhinde açtığı tazminat davası sonuçlanmış ve belediye suçlu bulunarak 250 bin YTL’ye mahkum edilmişti. Karar Danıştay tarafından da onanmıştı. Ailenin açtığı diğer dava ise, olayda kusuru bulunan personele karşıydı. Bu dava tam 5 yıl sürdü. 8 kez bilirkişi atandı. Her bilirkişi heyeti, farklı raporlar tuttu. Sonuncusu ise personeli suçlu buldu. Hazırlanan raporda potanın yapımında standartlara uyulmadığı, eksik malzeme kullanıldığı, ayakta durma mukavemetini artıran 4 destek sayasının yapılmadığının tespit edildiğine değinildi. Bilirkişi heyeti, spor kompleksinin projelendirilmesi, yapılması ve kontrolüyle görevlendirilen Fen İşleri Müdürlüğü’nün de kusuru olduğunu belirterek, hakkında dava açılmamasına karşın bu birimde görev yapan kişilere de 2/8 kusur oranı verdi.
Bilirkişi heyeti, basketbol sahasındaki potanın bakım ve kontrollerini zamanında ve belli periyotlarla yapmayan veya yapılmasını sağlamayan, pas ve çürüme yapabileceğini düşünerek önleyici tedbir aldırmayan sanıklar Sedat Karabulut ile Arife Oğuz’un bu sorumlulukları nedeniyle kazanın meydana gelmesinde asli kusurlu olduklarını bildirdi. Bilirkişi raporunda, Karabulut hakkında 3/8, Arife Oğuz hakkında ise 2/8 kusur oranı gösterilirdi. Aynı bilirkişi heyetinin küçük Atilla için de 1/8 kusur oranı tespit etmesi ise, olayın en trajikomik yanıydı. Atilla’cık, smaç yaparak potaya asıldığı için suçluymuş! Ve sonuç: Hakim kusur oranlarını göze alarak sanıklardan Sedat Karabulut’u 7 ay 15 gün hapis ve 67 YTL para, Arife Oğuz’u ise 5 ay hapis ve 45 YTL para cezasına çarptırdı. Daha sonra iyi hallerinden ve ilk kez suç işlemelerinden dolayı her iki sanığın cezası ertelendi. Fen işleri amiri ise 5 yıllık zaman aşımından dolayı yırttı! Yani siz sağ, ben selamet! Şimdi bu nasıl adalet? Ortada ihmal ver, görev kusuru var, belediye aleyhine verilmiş 250 bin YTL tazminat var. Ama ortada suçlu yok! Var da cezası yok.
Gel de yanma. Körpecik Atilla’ya mı yanarsın, yüreği dağlanan aileye mi? Yoksa, insanın insan olarak değerinin olmadığı bir ülkede yaşadığına mı?

28 Şubat 2008, Perşembe 03:30
YAZININ DEVAMI