‘’Sözleşmeli şike!‘’
Beşiktaş büyük bir camia. Eminim daha da büyüyecek. Tabii, küçük düşünen beyinlerden kurtulursa... Gökhan Güleç'i Denizli'ye kiralayan Siyah-Beyazlı yönetim, kendilerine karşı oynamaması için sözleşmeye madde koydurtuyor. O da oynayamıyor. Bunun adı nedir? Mağluptur bu yolda galip!
Şampiyonluğun iki adayı Fenerbahçe ile Galatasaray'ın sürpriz yenilgileri ve Sivas'ın da beraberliğiyle sonuçlanan haftanın en karlı takımı hiç şüphesiz Beşiktaş. Siyah-Beyazlı takım, zorlu Denizli deplasmanında özellikle ilk yarıda sergilediği etkili futboluyla sonuca giderken, ne yazık ki artık kanıksamaya başladığımız bir olay daha yaşandı, Ege randevusunda... Beşiktaş'ın sezon başında Denizlispor'a kiraladığı Gökhan Güleç, Siyah-Beyazlı yönetimin sözleşmeye koydurduğu bir madde nedeniyle bu maçta oynayamadı. Daha önce Fenerbahçe ve Galatasaray'ın da başvurduğu bir yöntem olan bu uygulamadan Beşiktaş ne yazık ki hala vazgeçebilmiş değil. Bir takım gözden çıkardığı bir oyuncudan neden korkar? Dahası bu etik midir? Beşiktaş'ın büyüklüğüne yakışıyor mu, böyle bir sözleşme? Denizlispor, Gökhan Güleç'in attığı gollerle Fenerbahçe ve Galatasaray'dan puan alırsa, bu yarış adil mi olur? Beşiktaş'ın gerek sportif başarı, gerekse popülarite olarak ezeli rakiperinin gerisinde kalmasının en büyük nedeni, eski alışkanlıklarını terk edememisidir. Rekabete dayalı düzende onların da büyümekten başka çaresi yok. Büyüyecekler de... Ancak küçük düşünen zihniyetten kurtulmaları koşuluyla... Son 13 yıldaki tek şampiyonluk, şapkalarını önlerine koymalarını gerektirecek kadar manidardır. Burada tabii federasyona da görev düşüyor. Yeni federasyonun bundan böyle bu tür sözleşmelere onay vermemesi gerekiyor.
İkinci yarının en başarılı takımı kuşkusuz 6'da 6 yapan Kayserispor. Sarı-Kırmızılı takımın, seriyi devam ettirmesi halinde şampiyonluk şansı bile var. Yeter ki kendileri inansın.
Son söz Burhan Eşer için: Ankara'da bir yıldız doğuyor. Dikkat!
‘’Almanya acı vatan‘’
Almanya, biz Türkler’in hayatında her zaman önemli bir yere sahiptir. Savaşlarda müttefikimiz, barış sürecinde ise işsiz, umutsuz insanlarımıza geçim kapısı olmuştur. Bazen de yükselen milliyetçi dalgayla birlikte Türk düşmanlığı tavan yapmış ve gurbetçi vatandaşlarımızı yakmaya kadar gitmiştir, öfkeleri...
Almanya’nın, sadece politik, ekonomik ve sosyal hayatımız için değil, futbolumuz için de ayrı bir yeri vardır. Derwall’in gelişi Türk futbolunun miladı kabul edilmektedir. Ve elbette Galatasaray’ın UEFA ve Süper Kupa Şampiyonluğu’yla taçlanan büyük yürüyüşü de Almanya’daki Monaco maçıyla başlamıştır. Ülkemizde Alman futboluyla en sıkı fıkı takımımız da hiç kuşkusuz Galatasaray’dır. Son 20 yılda Alman takımlarına karşı bariz bir üstünlük kuran ve gurbetçilelerimizin haklı gururu olan Sarı-Kırmızılılar, İstanbul’daki Bayer Leverkusen maçındaki futboluyla da bu geleneği devam ettirecek gibi görünüyordu. Ancak ne var ki, dün gece sahada tanınmayacak kadar kötü bir Galatasaray vardı. Son bir aydaki enerjik futboluyla taraflı tarafsız herkesin takdirini kazanan Cim Bom, ilk 20 dakikada yediği 3 golle havlu attı. Orta alanda bir türlü top tutamayan, oyun kuramayan, kanat bindirmelerini gerçekleştiremeyen Galatasaray’ın defansı da her rakip atakta tel tel döküldü. İlk maçta Bayer forvetlerine top göstermeyen Emre-Servet ikilisi dün perişan bir görüntü verdiler. Kaleci Orkun da gelen her topu içeri alınca Galatasaray için yapacak fazla da bir şey kalmadı. Bu hezimetin mazereti olmaz. Ne bir türlü takıma katkı sağlayamayan yabancılar, ne Uğur’un olmayışı, Mehmet Topal’ın sakat sakat oynaması, ne fiziki ve mental yorgunluk, ne de ertelenmeyen Konya maçı... “Avrupalı” yaftası taşıyan bir takım, böylesine ezilmemeliydi. Dilerim, bu bir yol kazasıdır. Aksi takdirde Almanya’da başlayan tarihi sefer, yine Almanya’da sona ermiş olacaktır, ki buna hiç bir Galatasaraylı’nın katlanabileceğini sanmıyorum.
‘’Leverkusen niyetine...‘’
Tarih: 18 Mart 1992. Galatasaray, Avrupa Kupa Galipleri Kupası çeyrek final rövanş maçında Ali Sami Yen’de Werder Bremen’i ağırlıyor. Teknik direktör Mustafa Denizli, 2-1 kaybettikleri ilk maçın ardından şöyle demişti: “Ali Sami Yen’de Werder Bremen’i elimizden ancak Tanrı kurtarır!”
O maçı bütün Galatasaraylılar kalplerinde ince bir sızıyla hatırlar. İstanbul’da sadece Mecidiyeköy’e kar yağmış ve Werder Bremen, Ali Sami Yen’in karla kaplı zemininden golsüz beraberlik ve tur biletiyle çıkmıştı.
İşte o gündür bugündür, kötü hava ve saha şartları Galatasaray’ın yakasını bırakmamıştır. Sarı-Kırmızılı ekibin Konya sınavı da makus talihini yenemediğini gösteriyor. Bu hafta bütün Türkiye’nin karla kaplı olmasına karşın skor açısından olmasa da en çok kar mağduru olan takım yine Galatasaray’dı. Bknz. Uğur Uçar, Mehmet Topal, Leverkusen maçı öncesi fiziki ve moral yorgunluk...
Futbol kalitesini her geçen hafta yükselten ve UEFA Şampiyonu takımdan günümüze esintiler getiren Galatasaray, pozitif futbolunu dün de sürdürdü. Ağır zemine rağmen, yüksek pas yüzdesiyle oynayan Sarı-Kırmızılı takım, yine çok koştu, rakibe sahanın her yerinde pres uyguladı, ikili mücadelelerde ayakta kaldı ve çok sayıda da gol pozisyonu buldu. Maçı erken koparamamasının nedeni Hakan Şükür’dü. Kaptan, iyi mücadele etmesine rağmen son vuruşlarda beceriksizdi. Buna karşın partneri Ümit Karan maçın adamıydı. Son haftalarda alışılagelmişin dışında bir oyun tarzını benimseyen yıldız oyuncu, çalışkanlığı, presi, hırsı, gollük pasları, defansa ve arkadaşlarına yardımı ve attığı hayati golle dün kusursuzdu. Darısı Leverkusen’in başına...
‘’Duygusuz Feldkamp!‘’
Iskoçya’daki Caledonian Üniversitesi, geçtiğimiz günlerde yaptığı ilginç bir araştırmayı kamuoyuna açıkladı. Bilim insanları, hayatın en büyük gizemi ve aynı zamanda mutlak hakikati olan ölümü incelemişlerdi. Ortaya çıkan sonuç ilginç olduğu kadar ürkütücüydü de...
Her ölüm insana farklı bir acı veriyormuş. Acı kiminde yoğun ve uzun, kiminde kısa ve daha hafifmiş. Bunların içinde en acı vereni ise yanarak ölmekmiş. Ateşe maruz kalan insanda yanıklar çok şiddetli acıya yol açıyormuş. Bu, sinir uçlarının yanmasına kadar sürüyormuş. Sinir uçları yandıktan sonra kişi his kaybına uğruyor ve ölüyormuş.
İşte Almanya’nın Ludwigshafen kentinde Alman faşistlerinin çıkardığı düşünülen yangında hayatını kaybeden 5’i çocuk 9 Türk vatandaşı da böyle öldüler. Kendilerini bir anda ateş topunun içinde buldular. Önce saçları tutuşmuştur muhtemelen... Ardından tüm bedenleri. Sinir uçları yanana kadar acı içinde kıvrandı biçareler, acı vatan Almanya’da... Memleketlerinden binlerce kilometre uzakta, ekmek parası uğruna hayata tutunmaya çalıştıkları Almanya’nın bir banliyosünde çığlık çığılığa sonsuzluğa savruldular.
Bu aslında, gelir adaletsizliğini bir türlü düzeltemeyen, kendi insanına yatırım yapmayan, dışa bağımlı politikalara emperyalist güçlerin mandası haline gelen bir ülkenin trajedisinden başka bir şey değil. O bebek ölülerini orada ziyaret etmek marifet değil, onları kendi ülkelerinde tutacak ekonomik önlemleri almaktır aslolan. Refahı eşit paylaştırırsan, kim terkeder ki memleketini?
Türk kamuoyu pek duyarsız kaldı bu kahredici olaya. Türban meselesinin gürültüsü arasında kayboldu gitti. Oysa medeni bir ülke 9 vatandaşını böylesine trajik bir şekilde kaybetse, dünyayı ayağa kaldırırdı. Günlerce yas tutarlardı. Ama biliyorum, biz kader deyip geçeceğiz.
Çocuklarımız yandı
çığlıklarını duymadık
Bir spor yazarı olarak ben isterdim ki, kaybettiğimiz spor adamlarının ardından haklı olarak nasıl statlarda saygı duruşu düzenliyorsak, bu talihsiz vatandaşlarımız için de aynı duyarlılığı göstermeliydik. Sahaya pankartlarla çıkmalıydık. Tribünlerde ırkçılığı lanetlemeliydik. Ama yapmadık. Siyasetin futbolu vesayet altına alma çalışmaları daha önemli ve öncelikli geldi bize. Zaten bizi bizden alan ve uygar dünyanın dışına iten de insana dair olmayan bu önceliklerimiz değil mi?
Son günlerde, bazı medya ulemalarının linç operasyonuna giriştikleri, hatta Hakan Şükür’ü kadro dışı bıraktı diye “duygusuz” ilan ettikleri Feldkamp kadar bile olamadık. Bir Alman bizim acımızı bizden daha fazla kendi içinde hissetti. Yıllar önce Solingen katliamında da kendi devletiyle ters düşmesi pahasına aynı duyarlılığı göstermişti, pamuk ihtiyar. Bu konuda spor dünyamızdan başka da ne bir söz, ne bir kelam duyduk. Sporla uğraşmak, spor adamı olmak, çevremizde gelişen toplumsal olaylara kayıtsız kalmak anlamına gelmez ki... Başarılı bir sporcu ya da spor adamı her zaman olunabilinir. Ancak büyük sporcu, büyük spor adamı olmak, önce büyük insan olmaktan geçiyor. Giderek kendine yabancılaşan bir toplumun, Feldkamp gibi bir gönül dostundan öğreneceği daha çok şey var. Hem de acilen...
Bir kaleci itinayla nasıl yok edilir!Ulkemizde en az yetişen futbolcu tipi kalecilerdir. Son çeyrek yüzyılda Rüştü’nün dışında uzun yıllar üst düzeyde ülke futboluna hizmet veren bir başka kaleci daha yetiştiremedik. Bazı kalecilerimiz zaman zaman bu konuda pırıltı verseler de, performansları sezonluk başarıdan öteye gidemedi.
Geçtiğimiz yıl Vestel Manisa’da Bülent Ataman’ın ceza almasından sonra kaleyi devralan 21 yaşındaki Ufuk Ceylan, gösterdiği performansla takımının kümede kalmasında en büyük pay sahiplerinden biri olurken, futbol kamuoyuna da “işte aranan kan” dedirtti. Galatasaray’dan transfer teklifi de alan 1.93’lük file bekçisinin, sezon başında Ümit Milli Takımı’nın Liechtenstein maçında kolu kırıldı. Bir kaç ay sahalardan uzak kalan Ufuk Ceylan, tam kaleyi tekrar devralmışken, kimsenin aklınının almadığı bir operasyonla aniden Giray Bulak’ın yerine takımın başında bitiveren (!) Yılmaz Vural’ın gadrine uğradı. Türk futboluna ne verdiği hiç bir zaman anlaşılamayan, ancak ne hikmetse asla işsiz kalmayan Vural, Fatih Terim’in Avrupa Şampiyonası kadrosunda düşündüğü Ufuk Ceylan’ın yerine Sakarya’dan Kolombiyalı Martinez’i kiralattı. Ve daha takımla antrenmana çıkmadan Galatasaray maçında kadroya koydu genç file bekçisini. Koydu koymasına da, “Allah’ın sopası yok” dedirtecek cinsten yarım düzine gol yiyerek Manisa’ya döndü Vestel takımı... Bu golleri Martinez mi yedi, Yılmaz Vural mı yedi, yoksa Türk futbolu mu yedi? Takdiri size bırakıyorum sevgili okurlar.
‘’İki kutuplu dünya!‘’
Her konuda olduğu gibi futbol dünyamız da bize özgü. Hep bir Anadolu ihtilali bekler dururuz, ama olmaz. Bu sezonun devrim sembolü Sivas da teklemeye başladı. Meydan yine iki büyüğe kaldı. Beşiktaş'mı? Onlar bir şekilde kendi kendilerini durdurmayı başarıyor! Devre arasında gönderilenlerin ahı yetişti gibi!
Bir futbol liginin kalitesini belirleyen en önemli parametre, o ligin lokomotifi olan takımlarla diğerleri arasındaki farktır. Eğer bu fark açılmışsa, sonucu baştan belli bir lig oynanıyor demektir ki, bu da heyecanı ve rakabeti bitiren en önemli faktördür. Bizim ana ligimizde yıllardır yaşadığımız sorun da tam olarak budur. Şampiyonluk Üç Büyükler arasında gider gelir. Beşiktaş'ın son 13 yılda 1 şampiyonluğu olduğunu hesaba katarsak, aslında ligin, iki büyüğün kendilerini tatmin aracına dönüştüğünü kolaylıkla söyleyebiliriz.
Son "Anadolu Beyi" Trabzonspor'un 24 yıl önce devreden çıkmasının ardından, zaman zaman bazı takımlarımız İstanbul hegemonyasına son vermek için öne çıktılar. Mustafa Denizli'nin Kocaeli'si, Sakıp Özberk'in Gaziantep'i tam beklenen "Anadolu İhtilali" ni gerçekleştirmek üzereydiler ki, son haftalarda hedefi ıskaladılar. Bu sezon devrim için yola çıkan takımımız ise Bülent Uygun'un Sivas'ıydı.
İki büyüğün tahteravillisi
Ligin ilk yarısını lider kapayan Yiğidolar, son iki haftada tekleyince, beklentiler bir başka bahara kaldı. Sivas'ın teklemesi sadece alınan sonuçlarla alakalı değil. İki maçta oynadıkları kötü futbol, sezon sonunu getireceklerine dair umut kırıntılarını aldı götürdü.
Farklı Fener yenilgisiyle balansı bozulan Kırmızı-Beyazlılar, Gaziantep'te tarihi bir farktan kalecileri Akın sayesinde kurtulurken, her zaman en büyük dezavantajı olarak dile getirilen kadro zaafiyeti bütün çıplaklığıyla ortaya çıktı.
Bir diğer şampiyonluk adayı Beşiktaş'a gelince... Gerek iç çalkantıları, gerek yönetim hataları, gerekse futbolcu ve teknik adam sirkülasyonu ile Fenerbahçe ve Galatasaray'ın bir hayli gerisine düşen Siyah-Beyazlı ekip, her sezon bir şekilde kendi kendisini durdurmayı başarıyor! Kayseri karşısında sıradan bir takım görüntüsü veren Kartal'a devre arasında harcanan futbolcularının ahı yetişti gibi!
Öyle görünüyor ki, lig yine iki büyüğün tahteravallisine dönüştü. Birinden biri en tepede bitirecek. Yani değişen bir şey yok!
‘’Saracoğlu büyüsü!‘’
Şükrü Saracoğlu’nun öyle bir atmosferi var ki, ölüyü bile diriltir!.. Tam bir futbol mabeti... Hani, insanın şortu, formayı giyip sahaya atlayası geliyor. Böyle bir statta hiçbir futbolcunun kötü oynamaya hakkı yok diye düşünüyorum. Fenerbahçe, bu tesisiyle Türk futbolunun önünü açmıştır. Türkiye, Aziz Yıldırım’a teşekkür borçludur.
Şu bir gerçek: Türkiye’de Fenerbahçe ve Galatasaray’la diğer takımlar arasında iyi bir kalite ve kalibre farkı var. Mütevazi kadrosuna rağmen, gerek oynadığı futbol gerekse aldığı şaşırtıcı sonuçlarla evsahibi ekiplerin korkulu rüyası olan Oftaşspor, Fenerbahçe’nin maçın belli periyotlarında yükselttiği tempoya dayanamadı ve havlu attı. Bunda hiç kuşkusuz; başta Aurelio ve Maldonado olmak üzere, Fenerbahçe orta sahasının uyguladığı presiyle yüksek yüzdeli paslaşmaların da etkisi vardı. Son haftaların formda ismi Selçuk Şahin’in hastalığı nedeniyle kendine ilk 11’de yer bulan Maldonado, gösterişsiz futboluna karşın, yere sağlam basan, iyi pozisyon alan, vücudunu iyi kullanan, kazandığı topları da en efektif biçimde servis yapan bir futbolcu. Fenerbahçe’ye faydalı olacağı kesin. Ancak, bir önceki gün Galatasaraylı Mehmet Topal’ı izledikten sonra, önlibero almak için, taaa... Şililer’e gitmeye ne gerek var diye insanın aklından geçmiyor da değil... Ufak bir taramayla pekala ülkemimizde de bulunabilir.
Fenerbahçe’de dün gece kötü oynayan futbolcu yok gibiydi. Kadro hassasiyetine rağmen Oftaş karşısında takım savunmasını iyi yaptılar. Diri bir takım olan Ankara ekibine tek fazla pozisyon vermediler. Attıklarından fazlasını da kaçırdırlar. İkinci yarıdaki gerginlikse artık sahalarımızdaki alışık olduğumuz vaka-i âdiyeden görüntüler.
‘’Kral çıplak mı?‘’
Hani, elim varmıyor bunları yazmaya ama... Mızrak çuvala sığmıyor ki artık. Tamam, yaşayan bir efsanesin. Türk futboluna, Galatasaray’a olağanüstü hizmetlerin oldu. Hakkını teslim etmemek nankörlüğün dikalasıdır. O nedenle, Hakan Şükür’ün hakkı Hakan Şükür’e! Sadece hakkını vermedik sana... Sevgimizi de verdik. Gönüllerimizin en müstesna yerinde sana yer açtık. Başımızın tacı yaptık. Ufak tefek kusurlarını görmezden geldik. Seni eksiğinle, ziyadenle sevdik, saydık. Kimimiz oğlu gibi gördü seni, kimimiz ağabeyi, kimimiz de kardeşi... Sen hayatımıza öylesine sızdın ki, içimize işledin. Senin sevinçlerinle gönendik, üzüntülerinle kahrolduk. Seninle ağladık, seninle güldük. Başarılarınla coştuk, gururlandık.
Yoksa hep bu muydun da biz mi farkında değildik
Lakin sana bir haller oldu son zamanlarda. Belki o haller daha önce de vardı sende; farkında değildik! Bilirsin, aşkın gözü kördür! Florya’da krallık kurduğun söylendi. Adın hep gruplaşmalarla anılır oldu. Gollerinden, futbolculuğundan çok, dinsel motifli bir oluşumun temsilcisi olduğun ve bu oluşum için genç futbolcuları devşirdiğin gündeme geldi sürekli. Geldi gelmesine de, sen de hiç bir zaman inkâr etmedin ki! Hep dedikodulara çanak tuttun! Bilemeyiz. Günahı boynuna! Konumuz da bu değil zaten.
Hep ağabeylik yapmakla övündün durdun. Bu yönüne sürekli vurgu yaptın. Kardeşlerini hep kucakladığını, onlara yardımcı olduğunu dile getirdin. Bunlar yazıldı, çizildi. Takdir topladın! Gelgelelim, fiili durum böyle mi acaba? Son derbi bizlere bu konuda az da olsa ipucu verdi, sanırım. Maçın bitimine yarım saat varken kenardan kalkan tabelada numaranı görünce, yüzün ekşidi. Başını bir o yana bir bu yana salladın. Haklıydın. Bu değişiklik bir çok futbol otoritesinin yanısıra bana göre de hataydı. Ama ondan sonrası... Kulübeye bakmadan soyunma odasının yolunu tuttun. Sahada mücadele veren gencecik adamları, kulübede oturan 17-18 yaşındaki çocukları ezeli rakibin karşısında yapayalnız bıraktın. Hani nerde kaldı, ağabeylik, liderlik? Galatasaray Kaptanı böyle mi olmalı? Bir kapristir, bir küskünlüktür, bir kırgınlıktır gidiyor. Hocana, yönetime, arkadaşlarına tavır üstüne tavır alıyorsun. Senin suyundan gitmeyeni dışlıyor, sana biat edeni himaye ediyorsun.
Seni sen yapan üstündeki o kutsal formadır...
Seni, 1992’de çiçeği burnunda Galatasaraylı iken gözünü kırpmadan ideal kadroya alan, kaçırdığın gollerle saç baş yoldururken sana arka çıkan, senin kendini geliştirmende büyük emeği geçen Feldkamp’a şimdi cephe alabiliyorsun. 75 yaşındaki adamı sana doğru koşarken elinle iterek, gol sevincine ortak etmeyebiliyorsun. Ne diyelim, helal olsun! Bu da bir tıynettir! Ama biliyor musun ki, bu davranışlarınla Galatasaray’a ne kadar zarar veriyorsun? Seni sevenlere karşı ne kadar antipatik olduğunun farkında mısın? Eminim, değilsin! Sevgili Kral! Hep cepten yiyorsun. Sevgimizi yiyip bitiriyorsun. Galiba sadece kendine kralsın! Kendini merkeze koyuyorsun, Galatasaray’ın senin etrafında döndüğünü sanıyorsun. Yanılıyorsun. Unutma ki, Hakan Şükür’ü Hakan Şükür yapan o üzerindeki kutsal formadır. Seni sevenler de o formanın içinde olduğun için sevdiler. O sevgiye layık ol. Lütfen...
‘’Kurda kuşa yem olan şampiyon: Saygıner‘’
Bilardoyla ilk tanıştığımda 16’lı yaşlarda bir yeni yetmeydim. O dönemde bazı semt kahvelerinde ve merkezi yerlerdeki özel salonlarda bilardo masaları bulunurdu. Benim yetiştiğim Rami semtinde de sadece Tantana Kahvesi’nde bilardo masası vardı. Rock kültürüyle, devrinin çok ötesindeki mizah anlayışıyla, sportif faaliyetleriyle, bilardo, briç, bezik gibi zeka oyunlarıyla, tipik bir semt kahvesinden çok daha fazla şeyler ifade eden, dahası bir kültür yuvası alan Tantana’da elime ıstaka aldığımda nasıl bir büyülü dünyaya adım attığımı bilemiyordum. Bütün semtin “Reis” diye hitap ettiği, başta ben olmak üzere herkesin hayatında müstesna bir yere sahip olan Tantana Mustafa, bize sabırla bilardo dersleri verdiğinde, aslında hayatı öğrettiğinin farkında değildik elbette.
Bilardo sporu da fena
halde hayata benzer
Bilardonun insanı nasıl eğittiğini, ehlileştirdiğini, insanın stratejik zekasını nasıl geliştirdiğini, kötü alışkanlıklardan nasıl kurtardığını, rakibe saygıyı, tevazuuyu öğrettiğini kavramamız pek de uzun sürmedi. Zira, kısa zamanda ben ve benim jenerasoynumda bir tutku halini alan bilardo, kazanırken de, kaybederken de hilenin-hurdanın, şansın yerinin olmadığı ender oyunlardan biriydi. İyiysen kazanırsın, değilsen kaybedersin.
Reis, Tantana’yı kapattığında bilardodan uzaklaştık. Tabii hayattan da... Herbirimiz bir yana savrulduk. Kimi hayatla başedebildi, kimi havlu attı. Tantana, hepimizin içinde ağrısı yıllarca dinmeyecek ince bir sızı olarak kaldı.
Bilardoyu kahvelerden
kurtaran adam: SemihBilardonun hayatıma ikinci kez girmesi Semih Saygıner’le oldu. Ama bu kez bir fark vardı. Bilardonun tipik bir kahvehane oyunu değil, bir spor olduğunu öğretmişti Semih Saygıner. Yalnız bana değil, tüm Türkiye’ye... Saygıner, benim hayatıma ikinci kez farklı bir formatta giren bilardoyu, 80 sonrası kuşağına da, zevkli, keyifli, felsefi boyutu da olan elit bir spor olarak sunmuş ve sevdirmişti. Tırnaklarıyla kazıya kazıya dünya bilardosunun zirvesine çıkan, Türkiye’den de bilardocu çıkabileceğini tüm dünyaya kanıtlayan, başarılarıyla, kendine özgü sihirli vuruşlarıyla, sportmenliğiyle Türk gençliğinin gönlünde taht kuran, ülkemizde bilardo sporununun ve sporcu sayısının patlamasına ön ayak olan Semih Saygıner, adını spor tarihimize altın harflerle yazdıran bir fenomendir. Saygıner, bilardo sporunun ülkemizde lokomotifi, dünyada da herkesin gıptayla baktığı sihirbazıdır.
Istakasını duvara astı
kılımız kıpırdamadı
İşte bu Semih Saygıner, geçtiğimiz hafta ıstakasını duvara astığını, spor hayatını dondurduğunu açıkladı. Çünkü duvara tosladı! Üç yıldır sırf seçimde muhalif oldu diye kendisine kan kusturan Uğur Kurugollü Federasyonu’nu kimseye anlatamadı. Düzmece raporlarla Semih’e ceza aldıran, uluslararası federasyon tarafından Dünya Şampiyonası’na davet edildiği halde onu milli kafileye almayan, harcırah çıkarmayan, dahası ismini akredite etmeyerek kendi imkanlarıyla bile şampiyonaya gitmesine engel olan federasyon, son olarak milli bilardocuya bir kez daha ceza kuruluna vermek suretiyle yaka silktirerek, bir büyük sporcunun bilardodan elini ayağını çekmesine neden oldu.
Türkiye’de bilardo demek
Semih Saygıner demektir
Kendi memleketi Sivas’ta kurdurduğu naylon kulüplerle, naylon delgelerle başkan olan, basına yansıyan icraatları sonucu eski Bakan Şahin’in emriyle Teftiş Kurulu tarafından denetlenen ve 120 sayfalık bir raporla suçlu bulunan, ancak raporun GSGM’de sümen altı edilmesi ve göreve gelen yeni Bakan Başeskioğlu’nun konuya hakim olmaması fırsat bilinerek, ceza kurulu tarafından alelacele aklanan bir kifayetsiz muhteris, Semih Saygıner’i bitirmeyi başarıyor. Yalnız Semih değil, Tayfun Taşdemir, Naci Çoklu, Murat Tüzül, Yılmaz Özcan gibi dünya çapında bilardocuların da defterini dürüyor. Ve Türkiye bu ayıbı seyrediyor. Teşkilata artık sözümüz yok! Çünkü belli ki, hemşehrisi bir milletvekiliyle meclis koridorlarında fink atarak siyasilerin desteğini arayan Uğur Kurugöllü’nün arkasında onlar da var. Peki, bu ülkenin spor bakanı, spor medyası, spor kamuoyu yok mu?
Yıllarca verilen bin bir emek, zahmet, çileyle yetişen değerlerimizi bu kadar kolay mı harcatmalıyız. Kaç tane daha Semih Saygınerimiz var ki, çağdışı bir zihniyetin onu yerle yeksan etmesine göz yumuyoruz? Yazık, günah değil mi?
Ey kamuoyu vicdanı, size basit bir denklemden söz edeceğim: Türkiye’de bilardo demek, Semih Saygıner demektir. Semih Saygıner demek de, Türkiye demektir. Bunun daha ötesi yok. Semih Saygıner’i kurda kuşa yem etmeyin!