‘’Florya yeniçeri ocağı!‘’
Aslında olay, futbolcuya dayalı düzeni değiştirmek isteyen Polat-Üstünel-Sezgin-Kalli dörtlüsü ile Florya'nın gerçek hakimi gibi davranan Şükür ve ekibinin ölümcül çatışmasıdır. "Büyük Abi" nin, giden 25 futbolcuya ses çıkarmayıp Sabri'nin gönderilmesine isyan etmesi boşuna değil.
Eğer bir takımda işlerin yolunda gidip gitmediğini anlamak istiyorsanız, gol sevinçlerine bakacaksınız. Gol, futbolun yalnız meyvesi değil, aynı zamanda golü atan takımın aynasıdır da. Kırılan kolun yenin içinden çıkmasıdır, gol sevinçleri. Teknik heyetle veya yönetimle futbolcular arasında uyum sorunu yaşanıp yaşanmadığının şifresi bu sevinçlerde yatar. Dikkatli bir göz, futbolcuların verdiği mesajı gayet iyi algılar. Ülkemizde gol sevinciyle mesaj veren futbolcu ekolünün en önde gelen temsilcisi Hakan Şükür'dür. Bunca kariyerine, başarılarına karşın her dönemde "problem çocuk" olmayı alışkanlık haline getiren Şükür, küskünlüğünü, kızgınlığını gol sevinçleriyle ifade eder. Gerekli yerlere bu şekilde gerekli mesajı gönderir. Alan alır, almayan ise er geç onun gazabına uğrar! Bknz. Fatih Terim!
Terim'in bile gücü yetmedi
Yıllardır Florya'da futbolcuya dayalı bir düzen vardır. Bülent Korkmaz-Arif Erdem-Hakan Şükür üçlüsüyle bu düzen tavan yapmıştır. Galatasaray'ın UEFA ve Süper Kupa şampiyonluğunun devamını getirememesinin altında yatan temel etken de budur aslında. Bu hegemonyayı yıkmaya Terim'in bile gücü yetmemiştir. Son yıllarda kurumsallaşma ve sportif başarı bakımından Fenerbahçe'nin gerisinde kalan Galatasaray'ın bugünkü yönetimi, hastalığı teşhis etmiştir. Görev, her ne kadar arkalarında durulmasa da Adnan Polat-Haldun Üstünel-Adnan Sezgin üçlüsüne verilmiştir. Neşter de Kalli'ye... Amaç, yeniden yapılanma ve kulübü modernize etmektir. Bunun için sezon başından beri 25 futbolcu gönderildi. 26.'sı ise Sabri oldu. Bundan önce gidenlere göz yuman son "Büyük Abi", tam da bu noktada ortaya çıktı ve direnç gösterdi. Bu, manidardır! Çünkü Sabri, "Küçük Kardeş"tir! Yani ekipten! Bu nedenle ligde 4.5 ay sonra gol atan Şükür'ün, sevincini Kalli'yi eliyle iterek kulübedeki gençlerle paylaşması boşuna değildir. Mesaj açıktır: Florya'nın patronu benim, gençler benden sorulur! Galatasaray yol ayrımındadır. Ya olacak, ya da...
‘’Şark yıldızı...‘’
Orhan Çelik...
O da hayata 1-0 yenik başlayanlardandı. Elazığ'da yoksul bir ailenin 4 çocuğundan biriydi. Bir apartmanın izbe bir bodrum katında hiç kimsenin farketmediği varlıklarını sürdürmeye çalışıyorlardı. Günde iki kez kurabildikleri sofralarında bir tas çorbaya altı kişi kaşık sallıyordu. Hayat zordu, yaşamak oldukça meşakkatliydi hepsi için. Ama ailenin en büyük çocuğu Orhan Çelik'in pes etmeye niyeti yoktu. Umudunu hiç bir zaman kaybetmemişti. Okuyacaktı, büyüyecekti ve iş güç sahibi olacaktı. Hem kendini hem de ailesini bu perişanlıktan kurtaracaktı.
Var gücüyle hayata asılıyordu ki, ikinci büyük darbeyi yiyiverdi. 2000 yılında, henüz daha 8 yaşındayken evin temel direği babasını kaybediverdi ansızın. Bu, o ve kardeşleri için tam bir yıkım olmuştu. Kahve telvesi gibi koyu, karanlık yıllar onları bekliyordu. Annesi ve üç kadeşiyle birlikte kah akrabaların, kah komşuların yardımıyla yoksulluğa direnç gösteriyorlardı. Hiç bir gelirleri ve sosyal güvenceleri yoktu. İşte tam da o zamanlara denk geldi küçük Orhan'ın atletizmle tanışması. Onun yeteneğini keşfeden öğretmeni elinden tuttu, atlet olmasını sağladı. Kısa zamanda arkadaşları arasında sivriliverdi. Katıldığı okullararası yarışmalarda finişi hep en önde geçerdi. Atletizm yeni bir umut olmuştu onun için. Hayalleri artık bir büyük atlet olarak ülkesine madalyalar kazandırmak üzerineydi. Bu şekilde 14'üne kadar geldi Orhan. Kendini her geçen gün biraz daha geliştiriyordu. Adım adım zirveye tırmanıyordu. Parlak bir gelecek önünde simli bir atlas gibi uzanıyordu. Biliyordu ki, atletizm o ve ailesi için tek kurtuluş yoluydu. Ve o nedenle koşuyor, koşuyor, koşuyordu.
Bingöl karayoluna savrulan hayaller
Takvim yaprakları 09.07.2006'yı gösteriyordu. Ağrı'da Doğu'nun Yıldızları Pist Yarışları düzenlenmişti. Orhan da kulübü Elazığ İhtisas ile birlikte o yarışa gitti. 200 metrede piste çıktı ve yarışı birincilikle bitirdi. Bir yarıştan daha zaferle çıkmanın gururunu yaşıyordu. Evine dönünce annesi ve kardeşlerine rakiplerini nasıl geçtiğini anlatacaktı. Yarışlar bitti ve kafile bir minibüsle yola koyuldu. Araçta hüzün ve neşe bir aradaydı. Kazananların sevinciyle kaybedenlerin hüznü birbirine karışmıştı.
Bu şekilde Bingöl-Karlıova yolu üzerinde Derinçay köyü mevkiine gelmişlerdi ki, birden şöför direksiyon hakimiyetini kaybetti. Minibüs şarampole yuvarlandı. Herkes bir tarafa savruldu. Kazanın bilançosu ağırdı. Şöför ölmüş, 17 sporcu da yaralanmıştı. Çoğu hafif yaralıydı. İçlerinden üçünün durumu ise ağırdı. Bunlardan biri de Orhan Çelik'di. Derhal hastaneye kaldırıldılar. Diğer iki sporcu hayati tehlikeyi kısa sürede atlattı. Orhan'ın ise durumunda bir ilerleme olmadı. Üç gün yoğun bakımda kaldı. Narin bedeni çektiği acılara daha fazla direnemedi ve 12.07.2006 gününün öğle vaktinde hayata gözlerini yumdu. Karanlıkta kayan bir yıldız gibi sonsuz boşluğa düşüverdi Orhan'cık... Acıyla, yoklukla, mücadeleyle geçen kısacık ömrü trajik bir şekilde sona ermiş ve geride perişan vaziyette bir anne ile üç kardeşi bırakmıştı.
Orhan Çelik'in annesi ve kardeşleri bugün de yoksulluğun pençesinde kıvranıyorlar. Ne bir gelirleri var, ne de herhangi bir güvenceleri...
İstedim ki; bugünlerde bir takım atletlerin kepazelikleriyle gündeme gelen atletizmin bir de bu görmediğimiz, bilmediğimiz arka yüzüne ışık tutayım. Türk atletizminin sadece Süreyyalar, Binnazlar vs.'den ibaret olmadığını anlatmaya çalışayım. Büyük bir vefa örneği gösteren ve Orhan Çelik'in ailesine sahip çıkarak bir yardım kampanyası başlatan, havuza ilk olarak da karınca kararınca kendileri su dolduran Atletizm Federasyonu'nun örnek davranışını gündeme getireyim. Ve sizleri de bu kampanyaya destek olmaya çağırayım.
Bir insan bir dünyadır. Bir insan yarat, bir dünya kur. Orada, Elazığ'da sizlerin desteğine, yardımına muhtaç üç küçük kardeş ve yüreği yaralı bir ana var. Onlara el atın, yeni dünyalar kurun.
Dünyalar da sizin olsun...
NOT: Aileye yardım etmek isteyenler şu hesaba para yatırabilir: Türkiye Vaıkflar Bankası GSGM Büro Hesabı Şube Kodu: 484
Hesap No: 001587286179894
İsmail Arslan...
Bu portre de atletizmden... 100 metreci. Milli sporcu. Adı, geçtiğimiz ay Yunanistan'ın başkenti Atina'da yapılan Balkan Salon Atletizm Şampiyonası öncesi yaşanan alkol skandalıyla gündeme geldi. Havalimanında ortadan kaybolan iki sporcudan biriydi. Sonradan öğreniyoruz ki, kaybolan sporcu sayısı üçmüş! Ancak içlerinden sadece biri alköllü gelmiş, kafilenin bulunduğu otele. Biz İsmail Arslan'ın da alkollü olduğunu yazmıştık. Yanılmışız! Çünkü, Ceza Kurulu'na sevkedilen sporcular arasında adı yok! Kafile başkanı zaten hiç bir şey görmemiş! Ceza Kurulu'na sevkedilen Metin Durmuşoğlu için de kafiledeki bir başka yöneticinin raporu üzerine işlem yapılmış. Bu durumda bize de İsmail Arslan'dan bir özür dilemek düşer! Her ne kadar sicili oldukça kabarık olsa da...
‘’Baba şefkati!‘’
Baba figürü, hepimizin hayatında çok önemli bir yer tutar. Bizim kültürümüzde babalar genellikle çocuklarına karşı mesafeli olurlar. Duygularını pek açığa vurmazlar. İçin için severler! O nedenledir ki, onlara karşı korkuyla karışık bir saygı duyarız. Onları ulaşılmaz görürüz. Fethedilmesi gereken bir zirve gibidirler. Neredeyse tüm davranışlarımız onların beğenisini, takdirini kazanmak üzerinedir. Başarmak isteriz, ki bizimle gurur duysunlar, bizi şefkatle kucaklasınlar. Lakin, babalar çoğunlukla beklentilerimizi karşılamaktan uzak dururlar. Başkalarının yanında bizimle ne kadar gurur duyduklarını anlatırlar, ama bize bu gururu yaşatmaktan imtina ederler. Gerekçeleri basittir: Şımarmasın!
Globalleşen dünyanın batı kültürünü toplumsal ilişkilerimize empoze etmesi sonucu yeni jenerasyon babalarıyla daha sıcak ilişki kurabiliyor. Ancak ne var ki, bundan önceki nesiller onlar kadar şanslı olamadı. Baba şefkati göremeden ömür tüketenler oldu. Üstelik aynı davranışı kendi çocuklarına da uygulayarak...
Alt yapılar dayakçı zalim antrenörlerden geçilmiyor
Güzel olan her şey gibi “baba şefkati” de süistimale açıktır. Ve sık sık bunun örnekleriyle karşılaşırız. Babacan gibi yaklaşıp da, karşısındaki insanı istismar edenlerin haberleriyle doludur, gazetelerin üçüncü sayfaları. Bu türden istismarın değişik versiyonları da vardır elbette. Eline düşen biçarelere sözlü veya fiziki şiddet uygulayıp da, yediği haltı “baba şefkati” kisvesine büründürenler de çıkabiliyor. Tıpkı Tekirdağ’da rakibine yenildiği gerekçesiyle 17 yaşındaki kız güreşçiyi tokatlayan antrenör gibi... Bu olay aslında buzdağının görünen yüzü. Sporcusunu herkesin içinde tokatlayacak kadar pervasız, çirkin davranışını “baba şefkati”yle izah edecek kadar da arsız olan bir adamın, gözlerden uzak kuytu yerlerde neler yapabileceğini varın siz hesaplayın. Hadi bu adamın tıyneti böyle, diyelim. Ona değil antrenörlük yaptırmak, sporcunun yanına bile yaklaştırmaması gereken kulübünün de aynı şekilde bu sözde antrenörü savunması nasıl izah edilebilir? Güreş Federasyonu Başkanı Osman Aşkın Bak, ceza kurulundan filan söz etti. Bana göre yetmez. Bu adamın antrenörlük lisansı iptal edilmelidir. Ki, onun gibilere akıllarını başlarına toplamaları gerektiği mesajı verilsin. Zira, “baba şefkati” maskesiyle altyapılarda cirit atan öyle zalimler duyuyoruz ki, bu sözde antrenöre rahmet okutacak cinsten...
Yüreğimize düşen kor ateş...
Bir gün evden çıkıyorsunuz. Hava günlük-güneşlik. Yaşama sevincinizi artıracak kadar güzel bir gün. İşinize gidiyorsunuz. Kafanızda, gelecek planları. Sevdiklerinizle birlikte daha mutlu, daha müreffeh bir hayat tahayyül ediyorsunuz. Dalgınsınız. Birden karşıya geçmek için yola atlıyorsunuz. Ve süratle gelen bir arabanın altında kalıyorsunuz. Ve ölüyorsunuz.
Hayat bu kadar basit midir? Ölüm bu kadar ucuz ve yakın mı olmalı insana? Azrail’in nefesi bu kadar mı ensemizde soluyor? Yaşanan onca yıl, harcanan onca emek, onca sevgi, onca şefkat, onca umut, onca sevenler... Kağıttan kale gibi bir fiske de yıkılmalı mıdır hepsi? Sahip olunan herşeyi geride bırakıp aniden geçip gitmek bu kadar kolay mıdır? Nasıl anlatmalı, nasıl izah etmeli bu zamansız ölümleri? Neden güzel olan herşeyin ömrü gibi kısadır, güzel insanların ömürleri de? Yoksa ömür dediğimiz cevabı olmayan sorular bütünü müdür? Albert Camus haklı mı acaba? Hayat gerçekten boş ve anlamsız mıdır? Bilinmez. Ama bildiğimiz bir gerçek var ki, eğer hayat gerçekten anlamsızsa, kaybettiklerimizin yarattığı boşluktur, hayatı anlamsız kılan...
Tıpkı, bu ülkenin güzel insanı, değeri, beyzadesi, dünya efendisi, akil adamı Cüneyt E.Koryürek’in hayatımızda bıraktığı o derin boşluk gibi... O boşluk ki, ruhumuzda açılan bir kara delik adeta... Hayatımıza mana katan herşeyi içine çekip yok edecek bir kara delik.
Türk sporunun başı sağolsun. Nur içinde yat Cüneyt Abi...
‘’Yerli malı!‘’
Bir hafta içinde ne değişti, anlaşılır gibi değil. Hangisi gerçek Galatasaray? Rize ekibi, dünkü mü? Bilinmez. Ancak çok iyi bilinen bir gerçek var ki, Galatasaray beklenen istikrarı bir türlü sağlayamıyor. Sarı-Kırmızılı takımın şampiyonluk yarışında en büyük dezavantajı da bu sanırım.
Tabii bunda, yabancılarından üst düzey verim alamaması da önemli bir etken. Dün gece 6 yabancı oyuncusundan sadece bir tanesi sahadaydı! Bu da ayrıca sorgulanması gereken bir durum tabi...
Galatasaray’ın, farklı Rize galibiyetinin de etkisiyle uzun zaman sonra, Ali Sami Yen’i tıka basa dolduran seyircisinin önünde, kısır bir futbol sergilemesinde en büyük faktör, orta alanın iyi top kullanamamasaydı. Lincoln’ün yokluğunda oyun kurucu olarak görev alan Arda’nın, ayağında top çok ezmesi, oyunu süratlandirememesi, her maçta rekor sayıda gol pozisyonu bulan Sarı-Kırmızılar’ı dün gece frenleyen önemli bir unsurdu. Buna, kanatların verimli çalışmaması, Barış ve Volkan’ın kötü futbolu, duran topların yine faciaya dönüşmeyisle, Galatasaray’ın atacağı gol ya da goller, rakip savunmanın yapacağı hatalara veya Hakan Şükür ve Nonda’nın kişisel becerilerine kalmıştı.
Nitekim gol de o şekilde geldi.
Galatasaray’da dün gecenin en iyi ismi, yine Servet. Şu anda sadece Türkiye’nin değil, belki de Avrupa’nın bile en formda stoperi olan Servet, duran Galatasaray’ın çalışan tek dişlisiydi.
Tecrübeli futbolcuya ayak uyduran bir de Nonda vardı.
Bursaspor ise, son haftaların en etkili futbolunu oynadı. Ancak, buldukları pozisyonları değerlendiremeyince Yeşil-Beyazlı takım, iyi futbolunun karşılığını alamadı. Her iki takım oyuncularının, maç boyunca birbirlerine karşı yaptıkları sert fauller, iyi niyetli olmamalarından kaynaklanan bir durumdu. Doğrusu bu çirkinlik, iki takım futbolcularına yakışmadı.
‘’Sivas devrimi!‘’
Aslında İstanbul’daki Sivas ihtilali 1989 yılında gerçekleşmişti. Nurettin Sözen, hemşehrilerinin oylarıyla yüzde 36.2 oy almış veİstanbul’un belediye başkanı olmuştu. Bir sonraki seçimde ise Sözen başarısız bulunarak partisi tarafından aday gösterilmemiş ve rakip parti karşı devrim gerçekleştirerek Türkiye’de Tayyip Erdoğan devrini başlatmıştı. Sözen giderayak, “İstanbul’da 2 milyon Sivaslı var, aday olsam yine seçilirim” diyerek partisine sitem etmişti. İşte o gündür bugündür, Sivaslı’nın İstanbul Belediyesi ile hesabı var ve dün bu hesabı kesme fırsatını yakaladılar.
Sessizliğe alışmış Olimpiyat Stadı, dün Sivaslılar’ın istilasına uğramıştı ve “Burası Sivas burdan çıkış yok!” diye tezahürat yapıyorlardı. Haksız da değillerdi, aslına bakarsanız. Çünkü İstanbul demek, biraz Sivas demek, biraz Kayseri, biraz Malatya, biraz biraz, falan filan... İstanbul kaldı mı ki?!!
Bazı kemirgenler, avını yerken üflermiş acısını hissetmesin diye. Sivasspor da o misal, “Şampiyon olmak istemiyoruz” diye diye rakiplerine hissettirmeden hedefine ilerliyor. Ve çaktırmadan şampiyonluk havasına da girmişler! İşte bu nedenle olsa gerek, Sivaslı futbolcular biraz gergindi. Nitekim bu gerginlik maç sonrası futbolcular arasında bazı tatsızlıkların yaşanmasına da neden oldu.
Sivasspor tempoyu istediği gibi ayarladı. Savunmada dikkatli, orta alanda sakin, hücumda ise akılcıydılar. Çabuk ve ayağa paslarla Belediye defansını aşmakta zorlanmadılar. Uyumlu bir ikili oluşturdukları gözlenen Mehmet -Cvetkov ile tehlikeli ataklar geliştirdiler ve ikisini de değerlendirdiler. 90 dakika sonunda da taraftarlarıyla bütünleşerek İstanbul Belediyesi burçlarına Kırmızı-Beyaz bayrağı diktiler. Sivaslı, tünelin sonundaki ışığı görüyor!
‘’Bahri Kaya'ya kurulan tuzak‘’
Neresinden tutsanız elinizde kalacak bir rezalet yaşandı geçtiğimiz hafta... İşin içinde adına gazete demeye bin şahit lazım bir spor gazetesi var; kokuşmuş bir gazetecilik anlayışı var; yalanla, iftirayla, şantajla, asparagasla, menfaat ilişkileriyle basın camiasını için için çürüten müptezel bir güruh var; kendilerine iyi-kötü hizmet etmiş bir hocayı arkadan bıçaklayan bir kaç kulüp yanlısı var...
Bahri Kaya tipik bir futbol emekçisidir. Karınca kararınca Anadolu’nun çeşitli kulüplerinde teknik direktörlük yapar. Mütevazıdır, disiplinlidir, ilkelidir... Kimseye kaypaklık yapmaz, işsiz kaldığı zaman meslektaşlarının ayağını kaydıracak manevralara girmez. Kapısını çalan olursa, asgari müşterekte de anlaşılırsa gider bir kulüpte çalışır.
Bahri Kaya geçtiğimiz hafta alınan Altay mağlubiyetine kadar Orduspor’un hocasıydı. Ancak hafta içinde öyle bir iftiraya maruz kaldı ki, duyanlara “yuh” dedirtecek cinstendi. Sözde spor gazetesi, 12 Ocak tarihli sayısında, “Bahri Kaya’nın İddaa Kuponu” diye bir kupon yayınlar. Kuponda o hafta sonu oynanacak Orduspor-Altay maçının tahmini de vardır ve bu tahmin maçı Altay’ın alacağı yolundadır. Yani Bahri Kaya, sözde kuponunda teknik direktörlüğünü yaptığı Orduspor’un maçı kaybedeceğini ön görmektedir. Bahri Kaya, adının kullanıldığı tamamen asparagas olan bu kupona ertesi günü hemen itiraz eder ve düzeltilmesini ister. Gazete de küçük bir düzeltme yayınlar.
Hafta sonu maç oynanıp, Orduspor kaybedince epeydir suyu ısıtılan Bahri Kaya görevinden istifa eder. Bunu fırsat bilen Orduspor cephesinden bir grup, Bahri Kaya’ya zarar vermek için bir ajansa konuyu saptırarak yalan bir haber üflerler. Haberde, Bahri Kaya’nın yaptığı iddaa kuponunda takımının mağlubiyetini öngördüğü, yenilgi üzerine de görevi bıraktığı belirtilerek, Bahri Hoca’nın aslında bir iddaa organizasyonu içerisinde olduğu ima edilmektedir. Sözkonusu ajans da hiç bir araştırmaya gerek duymadan haberi servise koyar. Bazı internet siteleri de bu habere sazan gibi atlayarak yayınlarlar. Böylece Bahri Kaya, hayatının en büyük iftirasına maruz kalır.
Şimdi Bahri Hoca hakkını nasıl arayacak. Alnına yapışan bu lekeyi nasıl temizleyecek? Şerefiyle, namusuyla, meslek onuruyla oynayanlardan nasıl hesap soracak? Elbette, bu ülkenin mahkemeleri var, savcıları var, hakimleri var... Ancak adalet var mı acaba? Ben kuşkuluyum. Hakkın, adaletin iğdiş edildiği o kadar çok örnek var ki, Bahri Hoca’ya atılan iftira da, atanların yanına kar kalacak. Zaten, suçu işleyenler, burunlarından fitil fitil geleceğini bilseler, hiç suça meylederler mi?
Ne yazık ki, taşların bağlanıp, itlerin salıverildiği bir ülkede yaşıyoruz. Kötüler bütün pervasızlıklarıyla hayatı bizlere zehir etmeye devam ediyor. Olan da, namusuyla, şerefiyle yaşayanlara oluyor.
PAF Ligi rezaleti
Malumunuz, Süper Lig maçlarının yanısıra PAF Ligi de bütün hızıyla devam ediyor. Ancak gözlerden ırak oynanan bu maçlarda neler olup bittiğini genellikle bilmiyoruz. Bundan bir kaç yıl sonrasının Süper Lig futbolcularının top koşturduğu PAF Ligi maçlarına ne kadar önem verildiği, hangi şartlarda oynandığı pek dile getirilmez. Taa ki, hasbelkader şahit olana kadar.
Ben de PAF’ların ne şartlarda geleceğe hazırlandığını pek bilmeyenlerdenim. Geçtiğimiz hafta oynanan Çaykur Rizespor-Galatasaray PAF maçını GS TV’den seyretme imkanım oldu. Gördüklerime inanamadım. Öncelikle genç futbolcuların birbirlerine yaptıkları gaddarca fauller karşısında gözlerim faltaşı gibi açıldı. Antrenörleri tarafından nasıl koşullandırıldıysalar, her biri birer terminatör gibiydi. Tam, bu takımlar bu maçı nasıl sakat vermeden tamamlayacak diye düşünmeye başlamıştım ki, Galatasaray’ın son haftalarda Feldkamp tarafından A takıma alınan defans oyuncularından Semih dizine aldığı bir darbe nedeniyle kenara yığıldı, kaldı. Doktorlar derhal müdahale etti. Uzun bir süre uğraştılar. Belli ki devam edemeyecekti. İki kişi kollarının altına girdi ve Semih’i sektirerek sahanın dışına doğru taşımaya başladı. Çünkü sedye yoktu! Futbolcu acı içinde tek ayakla yürümeye başladı. Başaramadı. Bu kez bir kişi futbolcuyu kucağına aldı ve öyle taşıdı. Sahanın dışına çıktılar. Dışarısı inşaat molozlarıyla doluydu. Futbolcuyu hastaneye götürmeleri gerekiyordu. Bir de ne görelim? Ambulans da yoktu. Bir polis arabası geldi, futbolcu karga tulumba, arabanın içine yatırıldı ve hastanenin yolunu tuttu. Ne yazık ki, futbolcunun diz çarpraz bağları kopmuş. Durum bu kadar ciddi. Ama bu işleri organize edenler ne kadar ciddi acaba? Sonradan öğreniyoruz ki, Rize Gençlik ve Spor İl Müdürlüğü ile Futbol Federasyonu arasında bir çekişme varmış. Saha değişmiş, saat değişmiş, futbolcular otobüs içinde bekletilmiş, ambulans başka stada gitmiş vs.vs.
Yani her işimiz gibi bu iş de yamuk. Deve misali!..
‘’Bu dünyadaki küçük kız...‘’
Atletizm dünyasının efsane isimlerinden İsveçli Carolina Klüft, 2 Şubat 1983 yılında doğar. Küçük yaşlarda başladığı heptatlonda -ki bu branş atletizmin en zorlu branşlarından biridir- kısa zamanda 1 Olimpiyat, 4 Dünya ve 5 Avrupa şampiyonluğu elde ederek, adını ölümsüzler arasına yazdırır. Carolina, yalnız başarılarıyla değil, sahip olduğu sosyal sorumluluk bilinciyle de spor dünyasının saygınlığını kazanır. Kazandığı her yarış sonrası rakipleriyle el ele tutuşarak tribünleri birlikte selamlamaları, onun eşsiz sportif kişiliğinin sadece bir parçasıdır.
Kenya’daki yoksul çocukların
altın kalpli ablası...
Klüft, 2003 yılında altın madalya kazandığı Dünya Şampiyonluğu sonrasında Monte Carlo’daki gala gecesi davetini reddeder ve kendi ülkesinin dahi medyasını atlatarak Kenya’ya, bakımlarını üstlendiği küçük kızların yanına gider. Neden böyle davrandığı sorulduğunda ise şu unutulmaz cevabı verir: “Oradaki küçük kızların Carolina Klüft’ün bakımını üstlendiği kızlar diye tanıtılmasını istemiyorum. Onların benim ünlü bir sporcu olmamı bilmesini de istemiyorum. Bu, özel bir ilişki ve kalbimle bu iyiliği yapıyorum. Bir gün spor hayatım bitecek ama benim onlarla bağım sonsuza kadar sürecek.”
Klüft hayata ve spora bakış açısını ise şu şekilde özetliyor. “Ben bir yıldız olarak anılmak istemiyorum. Bir şekilde başarılı oldum. Ben sadece bu dünyada küçük bir kızım ve işimi yapıyorum, eğleniyorum.”
Yarış atı gibi yetişen sporcular
birer metaya dönüşüyor
Şimdi, “Durup dururken nereden çıktı bu Carolina Klüft hikayesi” diyeceksiniz. Sporun, yarışmanın, kazanmanın ya da kaybetmenin sadece hayatın bir parçası olduğunu hatırlatmak istedim sadece. Sporda ölümsüz olabilmek için sadece Olimpiyat, Dünya ve Avrupa şampiyonluklarının yetmeyeceğini, çevremize ve içinde yaşadığımız dünyamıza karşı da bir takım sorumluluklarımız olması gerektiğini vurgulama gereği duydum.
Çünkü, biz sadece sporcunun başarısı ya da başarısızlığıyla ilgiliyiz. Onları birer yarış atı gibi görüyor ve öyle yetiştiriyoruz. Böyle olduğu içindir ki, sporcu da meselenin yalnız bu boyutuyla ilgileniyor. Kazandığı zaman el üstünde tutulacağını, kaybettiğinde de yerin dibine batırılacağını bildiğinden, kazanmak için her türlü etik dışı yola başvurabiliyor. Giderek bir insan olduğunu unutuyor ve kendini bir makine, bir meta olarak algılıyor. İçinde bulunduğu çevreye, yaşadığı dünyaya karşı duyarsızlaşıyor, sosyal sorumluluk bilincinden uzaklaşıyor. Sonunda da ruhen ve bedenen iflas ederek, ışığını kaybetmiş bir eski yıldıza dönüyor.
Süreyya ve Atagün olayına
kahrolmamak elde değil
Dopingli çıktığı için dün ceza kuruluna ifade veren Süreyya Ayhan ile daha henüz 21 yaşında olmasına rağmen amatör boksu ve milli takımı bıraktığını açıklayan Atagün Yalçınkaya olayına bir de bu açıdan bakılması gerektiğine inanıyorum. Onlara insan olduklarını hissettirmediğimiz takdirde, daha nice Süreyyalar, Atagünler gelir geçer bu çorak topraklardan.
Klüft’den sadece sporcularımızın değil, hepimizin alması gereken önemli dersler var. Hepimiz bu dünyadaki küçük bir kız veya küçük bir erkek çocuğuyuz. Bir şeyler başarırken, bir şeyler yaparken, bizim sevgimize, ilgimize, ışığımıza muhtaç daha nice küçük çocuklar olduğunu da unutmamalıyız. Bir şekilde uğradığımız şu yaşlı dünyadan geçip giderken, kalıcı izler bırakmanın yolu bu bilince ve anlayışa sahip olmaktan geçiyor. Tabii insan olmanın ve insan kalmanın ilk adımı da...
‘’Tuzak...‘’
Kutup ayısını avlamak isteyen avcı, karlar üzerine ağzı jilet kadar inceltilmiş bıçağı ters gömüp etrafına su dökerek buz tutmasını sağlarmış. Buraya taze hayvan kanını sürermiş. Kan kokusunu alan kutup ayısı bıçağı yalamaya başlar ve dili kesilirmiş. Ancak kanın tadı ve soğuk hava nedeniyle dilinin kesildiğini fark etmezmiş. Dili kanadıkça daha çok kan emmek için yalamaya devam edermiş. Her çabasında dili biraz daha parçalanırmış. Kutup ayısı sonunda bitkin düşer ve kan kaybından ölürmüş. Avcı da gelip derisini yüzer, zedelenmemiş kürkü zahmetsizce elde edermiş. Avcılar ayıları kurşunla vururlarsa ayının postu delinir ve bu yüzden çok para etmeyeceği için bu yöntemi denerlermiş.
Ben küçücüktüm, çocuktum. Hayatın elinde kırık bir oyuncaktım. Ve ondan dolayı olacak ki, hep kendi oyunlarımdan kırardım! Ama farkındaydım. Büyükler de bir oyunun parçasıydı. Hatta koca ülke paramparça bir oyuncaktı; başkalarının ellerinde!.. İstedikleri zaman kırıyorlar, istedikleri zaman onarıyorlardı! Yeniden yeniden oynamak için!..
Bir uçtan bir uca savrulan milyonlar sinsi bir tuzağın pençesindeydi. Tıpkı kendi kanını emen kutup ayıları gibi! O zaman yaladıkları bıçağın adı, sağ-sol kutuplaşmasıydı. Evlat babaya düşman oldu; kardeş kardeşi kırdı. Binlerce insan öldü. Sağ-sol zıtlaşmasının yeterli olmadığı zamanlarda devreye alevi-sunni cepheleşmesi sokuldu. Sonunda kendi kanlarını emerek cansız düştüler yere. Avcı da geldi rahatça kürklerini topladı!
Kurşun askerlerin çocukları
kurşuna dizdiği yıllar!..
Büyüdüm, büyük bir çocuk oldum. Başı hülyalı, yüreği sivilceli bir ergendim. Lakin aşka vakit yoktu! Hiç çocuk olmadan büyüyenler, oyunun içlerine beni de kattı. Kurşun askerlerin çocukları kurşuna dizdiği o netameli yıllarda, ben de, adı kominist-faşist kavgası olan yerdeki keskin bıçağı yaladım. Sınıf arkadaşıma, mahallede beraber büyüdüğüm komşu çocuğuna düşman oldum. Onlar da bana düşman kesildi. Bilmiyorduk ki, dilimizde kendi kanımızın tadı varmış. Kanımızın çekildiğini hissetiğimiz anda iş işten geçmişti. Avcı bizi de avlamıştı!
Fatura ağırdı: Evladını kaybeden ebeveynler, öksüz-yetim kalan çocuklar... Ocağı sönen aileler... Bir daha bulunamayan kayıplar... Sönen hayatlar... Hasbelkader ayakta kalabilen ama kırkını göremeden yitip gidecek yarım yamalak insanlar... Ve harap olmuş bir ülke...
Fırtınadan sağ kurtulanlar içindeydim. Yeni bir hayat arıyordum. Uzun ince bir yola vurdum kendimi. Ne var ki, hiç bir yere yetişemeyen bir yetişkindim! Yürüdüm, koştum. Düştüm, kalktım. Kaçtım, kovaladım. Vurdum, vuruldum. Ama çokça dövüldüm! Ve daha da çok kırıldım.
Her tuzağa düşüyoruz,
kendi kanımızı içiyoruz!
Mamafih hiç bir şey değişmedi benim ülkemde. İnsanlar yine aynı. Bu kez yerdeki bıçak sayısı bir hayli fazla. Avcı bizi tamamen bitap düşürmeye yeminli sanki... Önce Türk-Kürt çatışmasını sundular önümüze, sonra dinci-laik. Arada bir de Türk-Ermeni zıtlaşması servis ediliyor. Birinden kurtulan, diğerine yakalanıyor. Hepsini bertaraf eden, bu kez, yüzde yüz yerli avcıların kurduğu tuzağa; futbol fanatizmine teslim oluyor.
Ortalık kin, düşmanlık, sevgisizlik ve nefretten geçilmiyor. Dağlar dağa küsmüş, aşıklar aşıklara... Kardeş kardeşe kinleniyor, dostlar dostları vuruyor.
Yerler bıçak dolu... Ve biz yine o bıçakların başındayız! Her yer kan revan... Bir türlü akıllanmıyoruz. Zavallı kutup ayılarından bir farkımız yok! Her tuzağa düşüveriyoruz. Her tuzakta kanımız biraz daha çekiliyor. Kendi kanımızı, kendimiz içiyoruz. Biraz daha eksiliyor, biraz daha kayboluyoruz.
Birileri de kuytu bir yerlerde bir ulusun çöküşünü ellerini ovuşturarak ve pis pis sırıtarak seyrediyor.
Biraz akıl, izan, insaf ve vicdan lütfen...
Söyler misiniz, bize çok mu uzak?..
Bugün bir yeni yıl yazısı yazmak için klavyemin başına oturdum. Ancak yazacağım yazının eskilerden birinin benzeri olacağını farkettim. Ve benzerini yazmaktansa, aslını bir kez daha koymayı uygun buldum. Affınıza sığınarak... Yukarıdaki yazı 07.03.2007’de bu köşede yayınlandı. 2007’yi gözümüzün önüne getirdiğimizde ne yazık ki değişen bir şey olmadığını görüyoruz. Bir kez daha uğursuz bir tuzağın içinde çırpınıyoruz. Ve bunun farkında değiliz. Kutuplaşmalar, zıtlaşmalar, kamplaşmalar, sevgisizlik, hoşgörüsüzlük, kin, nefret, düşmanlık ve şiddet... Kime karşı? Birbirimize. Ben 30 küsür yıldır bu filmi izliyorum. 2008’in şu ilk günlerinde içinde bulunduğumuz tehlikeye bir kez daha dikkat çekmek istedim. Kanımız daha fazla çekilmeden!..