Arama

Popüler aramalar

‘’Sambacı görünümlü İtalyan!‘’

Brezilya futbolunun son dönemde yetiştirdiği hem en iyi hem de en inişli çıkışlı performans gösteren oyuncusu Felipe Melo, kariyerine 2001’de Flamengo’da başladı. Ardından Cruzeiro ve Gremio forması giyen Melo, Avrupa macerasına 2005’te İspanyol temsilcisi Mallorca ile atıldı. Sonraki durağı Racing Santander oldu ve burada 50 maçta, rakip filelere 5 gol bıraktı. Defansif orta saha pozisyonunda görev yapan 28 yaşındaki futbolcu,
Almeira’da kariyerinin yükseliş performansını gösterdi. İlk 11’in değişmez ismi olarak 34 karşılaşmada, ağları 7 kez havalandırdı. Tabi ki Avrupa’nın devleri onu takibe aldı ve 13 milyon Euro veren Fiorentina, Melo’yu kadrosuna kattı.

Çizme’de sırıtmadı

Daha çok tekniğin konuşulduğu bir ülkeden gelmesine rağmen, güçlü fiziği ve mücadeleci yapısıyla, İtalya’nın sert futboluna çabuk uyum sağladı. Mor Menekşeler’de 29 kez sahne alıp, 2 gol attı. 2009’da Milli Takım’ın kapılarını da açan Melo’nun sözleşmesi 5 yıl uzatıldı ve serbest kalma bedeli 25 milyon Euro olarak belirlendi. Sambacı’nın peşine düşen Juventus, Melo için 20 milyon Euro artı Marchionni’yi Fiorentina’ya verdi. Ancak
Juve’de ilk yılı hiç de beklenildiği gibi geçmedi.

‘Yılın Bidonu’ seçildi

Kötü performansı sonrası İtalyan radyosu Rai Radio 2 tarafından Ricardo Quaresma’nın önünde ‘Yılın Bidonu’ (Hayal kırıklığı yaratan oyunculara verilen sıfat) seçildi!Kariyerinin en şanssız dönemlerini geçiren Melo, 2010 Dünya Kupası’na ise çok iyi başladı. Ama Hollanda ile oynanan çeyrek final maçında Robinho’nun attığı golün pasını verse de, skor 1-1’ken kaleci Julio Cesar’ın önünü kapatıp takımının gol yemesine neden olmuş ardından da Robben’e yaptığı sert hareketle oyundan atılmıştı.

Lineker’in babası!

Oğluna, İngilizler’in efsanevi futbolcusu Gary Lineker’in adını veren tecrübeli oyuncu, geçen sezon Juve kötü olmasına rağmen, toplamda 39 maça çıkmış ve toparlanma sürecine girmişti. Genel anlamda Melo için son dönem olumsuz geçse de, kalitesiyle ve yaptıklarıyla dünyanın en önemli orta saha oyuncuları arasında yer alıyor.

22 Temmuz 2011, Cuma 12:00
YAZININ DEVAMI

‘’Devrim değil devrin adamı‘’

A Milli Takımımız’ın Belçika ile 1-1 berabere kaldığı maçın öncesinde ve sonrasında teknik direktör Guus Hiddink’in açıklamaları, 2010’un Mart ayında ilk basın toplantısını yapan ‘adamdan’ oldukça farklıydı... Herkesin kendisinden devrim beklediği Hiddink’in, Chelsea’den gelmesi an meselesi olan resmi teklif karşısında oldukça heyecanlandığı açık. Tabii ki her kariyerli hocanın hayalinde İngiltere Premier Ligi’nin büyük bir takımında, sınırsız kaynaklar altında çalışmak vardır. Ama ya verilen sözler, yapılması planlanan işler ne olacak?

‘Elimizden geleni yapacağız’

Şimdi sizleri 15 Mart 2010’a yani Hiddink’in, Federasyon Başkanı Mahmut Özgener’le gerçekleştirdiği ilk basın toplantısına götürelim. Hiddink burada, “Türk futbolu çok daha iyi durumlara gelecek. Elimizden geleni en kısa sürede ekibimle birlikte yapmaya başlayacağız. Türk insanının tutkusu, görevi kabul etmemde etkili oldu. Kendimi Türkiye’ye adamış durumdayım. Hem milli takım hem de kulüp takımı çalıştıramam. Tarzımız defansif olmayacak. Belli bir tarzımız olacak. Alt ligleri de takip edeceğim. Yabancı uyruklu oyunculardan çok, kendi ülkemizden gelen oyuncuları önplanda tutacağız” demişti.

Hepimize hayırlı olsun...

Bunun ardından hepimizi heyecanlanmış, Türk Futbolu’nun yükselişe geçeceğini ve daha profesyonel bir yapılaşmanın olacağını düşünmüştük. Peki aradan sadece 1 yıl geçtikten sonra ne oldu. Ay-Yıldızlılar, Hiddink yönetiminde 12 maça çıktı, 6 galibiyet, 2 beraberlik ve 4 mağlubiyet aldı. Hollandalı hoca bu süre içerisinde bir ekol yarattı mı? Hayır. Peki bir oyun felsefemiz oldu mu? O da hayır? Hocamız baktı olacak gibi değil, Chelsea’nin büyüsüne kapılıp, bizimle yolları ayırmayı kafasına çoktan koydu. Türkiye’deki ilk konuşmasında ‘devrim’ beklenilen ve bizimle kariyerini sonlandıracağını söyleyen ‘adam’, şimdi ise “Gidecek miyim belli değil. Bekleyip göreceğiz” diyor. Yani uzun lafın kısası olan Türk Futbolu’na oldu. Kazanan tekrar Ada’nın yolunu tutmasını beklediğimiz Hiddink, kaybeden de biz...

Hepimize hayırlı olsun!

05 Haziran 2011, Pazar 12:00
YAZININ DEVAMI

‘’3 boyutlu Barcelona‘’

Şampiyonlar Ligi’ni Londra’ya kadar gitmeden izleme şansını D-Smart’ın 3D yayını
sayesinde yakaladık. Ataşehir’de yapılan organizasyonda dünyanın en iyi iki takımını seyretme fırsatını bulurken, Barcelona’nın nasıl inanılmaz oynadığını 3D’de daha yakından gördüm. Wembley’de olmak başkadır mutlaka, ama burada da pozisyonun içindeymiş gibiydik. Salondaki atmosfer de zaten öyleydi. Messi’nin topu alıp 3 kişiyi geçmesiyle birlikte coşku tavan yaptı. İlk gol Barça’dan gelince, Manchesterlılar’ın az olduğunu düşünmüştüm. Ama Rooney’nin golüyle yanıldığımı anladım. Gerçekten de bu şekilde maç izlemek ayrı bir zevk. Görüntü kalitesinin yüksek olması, takımların oynadığı futbol, bir de işin içine Barcelona girince,
3D benimle birlikte salondaki herkesi büyüledi. Ayrıca hemen arkamda oturanların, “Messi’den
babam çıksa yerim”, “Messi iyi ama bir Alex değil”, “Adamlar için 3D de fark etmiyor”, “Barça’dan Eskişehirspor gibi frikik organizasyonu” gibi cümleleri de, futbol gecesinden aklımda kalanlardı...

29 Mayıs 2011, Pazar 12:00
YAZININ DEVAMI

‘’Fragman bitti, film başlıyor‘’

Rakibini son 5 maçtır yenen Barça, her zamanki gibi paslı oyunuyla sahne alırken, bu kez gol atmaktan çok ‘berabere bitse de fark etmez’ der gibiydi. Real cephesine baktığımızda ise Pepe’nin ön libero olarak karşılaşmaya başlaması, sanki Jose Mourinho’nun Nou Camp’taki 5-0’dan biraz etkilendiğinin göstergesiydi. Bu durumdan en çok zararlı çıkan isim de, bizim sahada görmek istediğimiz Mesut Özil’di.

Dengede gözüken mücadele, Albiol’un ikinci yarıda Villa’yı düşürüp hem penaltıya sebebiyet vermesi hem de oyundan atılmasıyla bozuldu. İşte bu dakikaların ardından Mourinho’nun aklına Mesut geldi. Türk asıllı futbolcu, uzun süre 10 kişi kalan Los Galacticos’u adeta tek başına diriltti. Beraberliği getiren penaltıdan önceki pozisyonun yaratıcısı ve hatta maçı kazandırabilecek ikinci golün başrolündeydi.

Katalanlar açısından dev rekabetin ‘idman’ havasında geçtiğini söylersek, yanılmayız. Ancak eksik kaldıktan sonra Real Madrid’li futbolcuların ortaya koyduğu özveri, adeta NBA’de Play-Off serilerini andıran ve bir kez daha olması mümkün olmayan maçlar öncesi Los Galacticos adına umut vericiydi.

17 Nisan 2011, Pazar 12:00
YAZININ DEVAMI

‘’Bu savunma umut verdi!‘’

Belçika ise hem şu an için bizim işimize gelen 3 puanı aldı hem de ‘ikincilikte ben de varım ’ mesajını verdi. Aslında maça iyi başlayan ve kazanmayı daha çok isteyen ev sahibiydi. Sahaya 4-2-3-1 sistemi ile çıkan Kırmızı-Beyazlılar’da ileride Janko, onun hemen arkasında da sık sık yer değiştirerek oynayan Arnautovic, Junuzovic ve Harnik vardı.

Özelikle bu 4’lü hücumda bize sorun yaşatabilecek güce sahip. Savunmaya hemen baskı yapıp, hızlı bir şekilde sonuca ulaşma istekleri, teknik açıdan zayıf olan stoperlerimize sıkıntı yaratabilir. Orta alanda ise 14 numaralı formayı giyen Baumgartlinger, oyunun her iki yönünün de oldukça başarılı. Hem rakibe pres yapıyor, hem de ataklara yardımcı oluyor. Ancak takım olma konusunda sıkıntıları var. Dağınık bir görüntü sergiliyorlar. Yani ilerisi iyi, gerisi kötü.

Avusturya’nın bizimle yapacağı maç öncesi en zayıf noktası olarak ‘savunması’ ön plana çıktı. İlk golde kaleci Macho’nun, ikincisinde ise defansın bariz hatası vardı. Ekrem’in de yer aldığı bu bölgedeki diğer isimler Dragovic, Pogatetz ve Fuchs’un uyum sorunları olduğu açık. Elemelerde 2 maçta 3 gol atan ev sahibinin yıldızı Arnautovic, sert markajdan dolayı, Janko ise sakatlanıp çıkınca, fazla bir varlık gösteremediler. Yasin ve Ümit’i de izleme fırsatı yakaladığımız Avusturya’nın İstanbul’da ilk isteğinin beraberlik olacağını düşünürsek, bu savunma ve maç yapmadan karşılarına çıkacak Türkiye önünde işleri gerçekten zor gözüküyor.

26 Mart 2011, Cumartesi 11:00
YAZININ DEVAMI

‘’13 saat 12 tren!‘’

Bremen’e direkt uçuş olmadığından röportajı yapmak için önce Köln’e gitmek zorundaydım. Almanya’daki arkadaşım, “Çağrı burada hava kötü, ama yine de sen bilirsin” dedi. Tabii koskoca Almanya’nın, karlı havadan bu kadar etkileneceğini düşünmemiştim. Nitekim Köln’e ayak basmamla birlikte, zaten yağan kar şiddetini daha da artırdı. Havadan dolayı treni kullanmak için Bochum’a doğru yola koyuldum. Ama 45 dakikalık kara yolunu, 3.5 saatte aldım. Ertesi gün bizim geçtiğimiz yolu kullanan arabaların kardan gidemediğini ve 16 saat boyunca havadan yapılan yiyecek yardımlarıyla orada kaldıklarını öğrendim!

Yeni yol haritam...

Buluşma günü Hugo’ya, “5-6 gibi orada görüşürüz” dedim. Karayolu kapalı olduğundan trenle gideceğim yolun 1.5 saat olması beni rahatlattı. Almanlar demiryoluna hücum ederken, öğlen 11.00’de trene bindim. İlk bindiğim tren aktarma yapacağım yere gecikince, bir sonrakini kaçırdım. Yeni yol haritamda ise Bremen yolu için tren sayısı bir anda 5’e çıktı. Artık kafamda, ‘Kalacak bir yer bulursam iyidir’ düşüncesi hakimken, 6. trenimde nihayet Bremen’e ulaştım; saat 17.40’ı gösteriyordu.

Dürüst bir insan

Almeida beni, Bremen istasyonundaki Brezilya restoranında bekliyordu. Kafasındaki şapkayı, idmandan çıkıp yeni duş aldığı için çıkarmadı. Hakkında çok fazla şey konuşulması onu gerçekten çok rahatsız etmişti. Hediye ettiğimiz Q7 formasını giymemesi, bulunduğu kulübe saygısındandı. Bende dürüst bir insan olduğunun izlenimini bıraktı. Röportaj bittikten sonra havanın kötülüğü nedeniyle hemen geri dönmek zorundaydım. ‘Dönüş daha çilesiz geçer’ dedim, ama nafile... Rötarlarla birlikte tren sayım 12’ye ulaştı. 23.00 gibi Bochum’a ulaştım. Yaklaşık 13 saatlik yolculukta Bochum, Herne, Bielefeld, Dortmund, Osnabrück, Münster ve Essen şehirlerinin tüm istasyonlarını öğrendim.

Havalimanında sürpriz

Her yer birbirine benziyordu, çünkü kar adeta Almanya’nın üzerini örtmüştü. Pazar günkü İstanbul dönüşü kar yine başroldeydi. Frankfurt’ta 500 uçuşun iptal olduğunu öğrendim. Ama Köln Havalimanı’nda ‘sıkıntı yokmuş’ derken, bu kez kar orada da başladı. Uçağa bindim ve 3.5 saat pistin temizlenmesini bekledik. Pilot, ‘Uçuş iptal’ deyince, havalimanında da 2 saat bekleyip, geceyi otelde geçirdim.. Ve ertesi gün ‘herkesin birbirini tanıdığı bir uçakta’ İstanbul’a döndüm. Yorucuydu ama işi yapmanın verdiği haz, her şeyin sonunda yaşadıklarımı iyi bir tecrübe olarak hafızamda bıraktı.

21 Aralık 2010, Salı 03:30
YAZININ DEVAMI

‘’Yerlilerin sorunu‘’

Jose Mourinho, BBC’deki röportajında Lineker’in sorusuna, “Fabio Capello çok büyük bir isim. Ancak başarı için bana göre İngiltere’nin teknik direktörü İngiliz, Portekiz’in hocası da Portekizli olmalı” cevabını vermiş

Bizim başımızda da Hiddink var... Elbette onun bizi zirveye taşımasını istiyoruz. Ancak şimdiye kadar 32 organizasyonun şampiyonlarından sadece birinin hocası yabancı. Türkiye de tarihi hep yerli teknik adamlarla yazmış

Her şeye rağmen Federasyon, 70 milyonluk ülkede A Milli
Takım’ı bir Türk hocaya emanet edemiyorsa, Almanya karşılaşmasında da solbek için sağ ayaklı olanı oynatmak zorunda kalıyorsak, bu da biz yerlilerin sorunu galiba!


Geçtiğimiz haftalarda ünlü haber kanalı BBC’de eski İngiliz futbolcu Gary Lineker, İspanyol temsilcisi Real Madrid’in Portekizli teknik direktörü Jose Mourinho ile bir söyleşi gerçekleştirdi. Lineker’in sorularının çoğunluğu, İngiltere Milli Takımı’nın İtalyan Fabio Capello ile başarılı olup olmayacağına yönelikti. Mourinho bu soruya, “Capello çok büyük bir isim. Ancak bana göre başarı için İngiltere’nin hocası İngiliz, Portekiz’in hocası da Portekizli olmalı. Çünkü Milli Takım oyuncuları sadece futbolcu değil, aynı zamanda birer İngiliz. Örneğin polis, doktor ya da öğretmen gibi bunların hepsi de o ülkede doğmuş kişiler. Özellikle milli takımda yabancı hocaların, yerliler kadar oyuncularla çalışma imkânı bulması ve onları tam olarak anlaması da kolay değil” cevabını verdi. Mourinho gibi zeki bir antrenörün böyle konuşmasının ardından aklımıza elbette hemen, A Milli Takımımız’ı geldi.

Sadece Otto Rehhagel...

Ay-Yıldızlılar, uzun uğraşlar sonunda Fatih Terim’in yerine onun kadar kariyerli olan bir ismi ama bir yabancıyı getirdi: Guus Hiddink. Hiddink de Capello ile aynı kaliteye sahip bir teknik adam. Şu an 63 yaşında ve kariyerine de büyük ihtimalle burada son verecek. Henüz Ay-Yıldız için yolun başında ama Almanya karşısında yaptığı teknik hatalar, kamuoyunda büyük eleştiri topladı. Takımın yardımcısı Oğuz Çetin tarafından kurulduğu dedikoduları da, her aday kadronun açıklanmasından sonra gündemin ilk maddesi oluyor. Hollandalı hocadan, Türkiye’yi zirveye taşımasını bekliyoruz. Hepimiz ülkemizin; doğal olarak da Hiddink’in başarılı olmasını istiyoruz. Ancak tarihe baktığımızda, futbolun milli takımlar düzeyindeki iki büyük organizasyonu Dünya Kupası’nı kazanan 19 takımın hepsinin hocası yerli, Avrupa Şampiyonu 13 takımdan sadece birinin antrenörü yabancı. 2004’te kupayı müzesine ‘savunmanın da savunmasını’ yaparak götüren Yunanistan’ın teknik direktörü, Alman Otto Rehhagel’di.

Bizim anlayışımıza uymuyor

Kupa tabii ki büyük başarı, ancak Rehhagel’in o dönemki futbolu ve sonrasında Komşu’nun düşüşü, bizim anlayışımızla zaten hiç uyuşmuyor. Aklımızdan çok duygularımız ve hırsımızla hareket eden bir millet olduğumuza göre, uluslararası alanda yerlilerle belli bir noktaya gelmemiz gayet normal. Bakınız; ilk Avrupa Şampiyonası’na 1996’da Fatih Terim’le gittik, Euro 2000’de Mustafa Denizli ile çeyrek final oynadık. Sonrasında yine Terim’le Euro 2008’de yarı finalden finali kaçırdık. 2002’de de Dünya Kupası’nda Şenol Güneş’le üçüncülük gururunu yaşadık. Dünyanın en iyi takımlarının başında hiç yabancı yok. Şu an Brezilya’yı Mano Menezes, İtalya’yı Cesare Prandelli, Fransa’yı Laurent Blanc, İspanya’yı ‘Yeni Köy Kasabı’ Vicente Del Bosque, Almanya’yı ‘Stajyer’ Joachim
Löw ve Hollanda’yı da Bert van Marwijk çalıştırıyor.

Bu süreçte hep tartışılacak
Ayrıca yakın zamandaki 2010 Dünya Kupası’na giden ülkelere baktığımızda, 32 ülkeden 21’i yerli teknik adamlarla ev sahibi Güney Afrika’ya ayak basmıştı. Hiddink’le en iyi yerlere gelmek, Rehhagel’in yaptığını yapması hepimizin umudu. Ama az önce saydığımız dünyanın en önemli futbol önderleri, ülkelerini yerlilere emanet ederken, ‘Biz mi daha doğruyuz, yoksa onlar mı?’ sorusu bu süreçte hep tartışılacak. 70 milyonluk ülkede Federasyon, Milli Takım’ı bir Türk hocaya emanet etmiyorsa, Almanya maçı için solbek pozisyonunda sol ayaklı bir oyuncu bulamayıp, sağ ayaklı olanı oynatmak zorunda kalıyorsak, bu da hepimizin yani biz yerlilerin sorunu olsa gerek!

11 Ekim 2010, Pazartesi 04:30
YAZININ DEVAMI

‘’Anlatılmaz yaşanır...‘’

Faroe Adaları’nın tam yerini ve orada Vikingur adında bir takım olduğunu Beşiktaş sayesinde öğrendik! ..Ve büyük bir merakla Riva’nın yolunu tutarak rakibin idmanını izlemek istedik. İdmanın kapalı olduğunu öğrenince biraz şaşırdık. Antrenmanı, sahayı uzaktan ve tepeden gören bir yerden takip ettik. Ancak Faroe Adaları ekibinin, maç hazırlığı anlamında bir şey yapmadığını ve klasik bir çift kale ile çalışmayı tamamladığını gördük. Zaten 29 derece sıcaklıkta ve aşırı nemde taktik çalışması yapmak akıl işi değil! Antrenman sonrasında ilk konuştuğumuz Stankovic’ti. O da zaten terden sırılsıklam olmuştu. Solbekleri Jacobsen, “Gol atarsak süper olur” dedi ancak, suratına bir kez daha baktığımızda fikrini değiştirerek, “Beraberlik de olur” yanıtını verdi. ‘Bankacı’ kaptan Niclasen de, heybetli görüntüsüyle dikkatleri çekti.

Forvetleri Justinussen’in elleri, FANATİK’le poz verirken titriyordu. Zaten konuşurken de çok heyecanlıydı. Birkaç basın mensubunun onları izlemeye gelmesi bile, onlar için büyük olay. Hocaları gayet mantıklı ve disiplinli. Ancak takımın genel görüntüsüne baktığımızda tam anlamıyla bir takım izlenimi veremiyor (Toplu fotoğrafa bakmanız yeterli). “Tatil için gelmedik” deseler de, hepsinin ellerinde fotoğraf makinesi durmadan resim çekiyorlar. Bir de Beşiktaş’la İnönü Stadı’nda oynayacak olmaları, UEFA’nın kura çekiminden onlara çıkan en büyük şans!

Gelelim kulübün Başkanı Pall Gregersen’e... Gerçekten bu adam için ‘Anlatılmaz, yaşanır’ ifadesini kullanmak herhalde yanlış olmaz. Sorularımıza samimi bir şekilde cevap veren Gregersen, idman sonrasında aynı anda takımının hem malzemecisi hem de taraftarı oldu. İlk önce malzemelerin olduğu bavulu taşıdı, ardından da sırt çantasında bulunan İspanyol bayraklı vuvuzelasıyla bizlere kısa süreli bir şov yaptı. Kısacası Vikingur maçı kazanamayacağını biliyor ama işin aslı, herkes İstanbul’un tadını sonuna kadar çıkarmaya bakıyor.

14 Temmuz 2010, Çarşamba 04:30
YAZININ DEVAMI