‘’Adamlık dersi!‘’
Küçücüktük, ilkokula gidiyorduk. Öğretmenim, haftanın 3 günü aynı hikayeyi anlatırdı bize... Matematik kadar, Türkçe kadar, Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi kadar yer ayırırdı bu hihayeye... Büyük bir keyifle dinlerdik, küçücük aklımızla belki ders çıkartmazdık o zamanlar... Ama günü geldi işte o hikayenin...
Fakir bir Anadolu köylüsü...
Yoksulluk kırıp geçiriyor herkesi... Okuyamamış, çünkü okul da azmış o zamanlar, kitap alacak parası da yokmuş babasının...
‘Ah’ etmiş, “Bir oğlum olsun, okutup adam edeceğim” diye...
Allah ilk dileğini gerçekleştirmiş, nurtopu gibi bir oğlu olmuş.
Bir öğün az yemiş, bir gömlekle bir yılını geçirmiş, okutmuş oğlunu...
İlkokul sonrası yatılı okul... Gitmiş çocuk, köydeki yokluk canına tak etmiş zaten, işte o azimle okumuş da okumuş.
Ortaokul, lise, üniversite derken... Vali olmuş çiftçinin oğlu...
Yamalı çorap, bir çift pantalon-gömlekle çıktığı köyüne; makam arabası, şoförü ve jilet gibi takım elbisesiyle dönmüş.
Köyde büyük bir şölen, karşılama...
İhtiyar çiftçi gururlu, yıllar önce ettiği yemini gerçekleşmiş.
İlk gün bütün köy ahalisi ile birlikte geçmiş; oğlu anlattıkça anlatıyor, ama hep ‘ben’ diyormuş.
İlk başta biraz sıkılmış canı, ama “Olsun” demiş, hakkıdır sonuçta koskoca validir oğlu...
Ertesi gün aynı, bir sonraki gün yine aynı...
Oğlunun ukalâ tavırları sürmektedir. Ve bir ders vermek ister artık ihtiyar köylü...
Binbir zorlukla ikna eder oğlunu, tarlaya götürür.
Tarladaki alet-edavata, uzaydan gelmiş cisimler gibi bakmaktadır vali oğlu...
Tırmığı gösterir babasına, “Baba bu nedir?”
Oysa ki bebek yaşta o kadar çok çalışmıştır ki o tırmıkla!
İhtiyar köylü, “Oğlum ucuna bas, ne olacağını hatırlayacaksın” der.
Oğlu basar tırmığın ucuna ve birden sapı edep yerine çarpar. Canı o kadar acımıştır ki vali oğlunun, işte o can havliyle basar küfürü;
“Ulan a.... k..... tırmığı...”
Ve ihtiyar köylü, vali oğluna hayatının dersini verir o an:
“Bak oğlum, nasıl da hatırladın tırmığı... Sen doğduğunda ben ‘Okutup adam edeceğim’ diye ant içmiştim. Okudun, vali oldun ama adam olmak için daha çok ders alman gerek.”
Küçücüktük bu hikayeyi dinlerken...
Gazeteci olduk, doktor olduk, avukat olduk, polis olduk, mühendis olduk, futbolcu olduk...
Adam olabildik mi?
Onu anlamak için işte o tırmık ve o tırmığın sapıyla gerçek bir ders şart!
Hayat böyledir...
Her şey olabilirsin ama, adamlık başka bir şeydir işte!
(NOT: Arda Turan olayını ‘es’ geçtiğimi düşünmeyin! Fakat 30 Ağustos 2016’da ‘Arda Turan’ başlığıyla bu satırlarda yazmışız çok şeyi... Yenisine gerek yok yani! Yazı internet sitemizde mevcuttur.
Yeni sezonda görüşmek üzere...)
‘’Sen var ya kardeşim!‘’
Huddersfield nedir diye sorsam, kaç kişi anında yanıt verebilir? Boş yere kafanızı yormayın, cevabı vereyim: Önümüzdeki yıl, Premier Lig’de oynayacak bir İngiliz takımı... Önceki gün, Championship Play-Off Finali’nde Reading’i geçtiler ve Premier Lig’e yükseldiler. Sadece bu maçın yayın, sponsorluk ve bilet geliri olarak tam 170 milyon Pound kazandılar. Yani 779 milyon TL... Bizim şampiyonumuz Beşiktaş, tüm sezon boyunca ne kadar kazandı biliyor musunuz? Şampiyonluk ödülü 100 milyon TL, performans geliri 34 milyon TL... Toplarsan, 134 milyon TL. Premier Lig Şampiyonu Chelsea’ye bakalım bir de... Yayın geliri 150 milyon Pound, şampiyon olduğu için de ek 40 milyon Pound... Yani 870 milyon TL. Hâl böyleyken... Devler Ligi’nde uç diyoruz Kartal’a... Ve sen kardeşim; Chelsea’ye kaybetse, ıslıklıyorsun!
Real Madrid’de sportif direktör, Emilio Butragueno... Barcelona’da sportif direktör Roberto Fernandez... İnter takımının şu an ikinci başkanı, eski futbolcusu Zanetti. Manchester United’da halâ takımla ilgili alınacak kararlarda Boby Charlton ve Alex Ferguson’dan tavsiye alınıyor. Yarınlarda Lahm, Müller, Swensteiger, Totti, Xavi, Ronaldo, Messi oturacak karar koltuklarında... Bizim efsanelerimiz nerede? Kulüplerimizi neden inşaatçılar, sanayiciler yönetiyor halen... Ve sen kardeşim; onların harcına su döküyor, Türk futbolunun temeline dinamit koymaya çalışanların yanında yer alıyorsun halâ...
Zinedine Zidane’a soruyorlar, “Dünyanın en büyük orta saha oyuncusu olmak nasıl bir duygu?” “Bu soruyu Gerrard’a sorun!” yanıtını veriyor büyük yıldız ve ekliyor: “Gerrard gibi bir makine odasına sahip değilseniz, bu, bütün takımı kötü etkileyebilir. Real Madrid’de şampiyonluklara koşarken, her zaman takımın en önemli oyuncusunun Claude Makelele olduğunu söylerdim. O olmadan ne Figo, ne Raul ne de ben, yaptıklarımızın hiç birini yapamazdık.” Sen halâ, çocukluğunda bir fotoğraf çektirmek istediğin idolünün, şimdilerde ayağını kırmaya çalışıyorsun.
Borussia Dortmund iflasın eşiğinde... Kapısına kilit vurulacak neredeyse... Ezeli rakibi Bayern Münih uzatıyor ebedi dostluk elini, kefil dahi istemeden maddi yardımda bulunuyor. 2006’da iflasın eşiğinden dönen Dortmund, o günden bu yana 2 kez ligi Bayern Münih’in önünde tamamlayıp ligde şampiyonluk kupasını kaldırıyor. Sen halâ “Yıldırım Demirören Başkan, Beşiktaş şampiyon... Valla bizim de eniştemiz, ama biz bir şey görmedik” diyorsun.
İzmir’de bir kupa finali oynanmış. Beşiktaş, Trabzonspor’u yenmiş ve kupayı kazanmış. İstanbul’a dönüş yolculuğu... Kaptan anons yaptı, Beşiktaş’ı kutladı. Uçak ekibi de şampanya patlatmak için harekete geçti. Fakat Süleyman Seba’nın direktifi geldi; “Uçakta Trabzonsporlu futbolcular da var. Rakibimize ayıp olmasın. Onları rencide etmeyelim. Eğlence yapmayın.” Eğlenmediler, rencide etmediler rakiplerini... Sen halâ Boğaz’da asılı bayrakla uğraşıyorsun.
Sen var ya kardeşim... Sen...
‘’Kırmızı suratlı adam!‘’
Hakem düdüğü çalıyor, maç başlıyor. Kameralara, suratı ‘kıpkırmızı’ bir adam yansıyor. Rakibin kim olduğu önemli değil; Real Madrid’le de oynasa, TED Ankara Kolejliler’le de oynasa değişmiyor. Kıpkırmızı bir surat! Çünkü o anı yaşıyor. Çünkü işine saygı duyuyor. Çünkü hep kazanmak istiyor.
Kafası hep meşgul... Öyle ya, zaman zaman 1 dakika içinde 20 ayrı karar vermek zorunda kalıyor. Elindeki kadronun değerini biliyor, fakat işin bir de diğer tarafı var; rakibi... Kazanmak için sadece kendi takımının iyi olmasının yetmeyeceği anlar olduğunu biliyor; rakibi durdurmanın da galibiyete giden yoldaki önemine dikkat çekiyor.
Gittiği her yerde, büyük saygı görüyor. Çünkü hayat felsefesini bir röportajında şöyle açıklıyor: “Eğer saygı görmek istiyorsan önce saygı göstermelisin. İnsanın kendisine saygısı olmalı ki, başka insanlara da saygı gösterebilsin.” Değişik bir adam olduğu kesin... Kazanırken kaybedenleri çok gördük biz... O ise kaybederken bile kazanmasını bilenlerden...
Adım adım gidiyor hedefe... Panathinaikos’u eledikten sonra, “Şu an aklınızda ne var” diye sormuştu muhabir... Kutlamaların tam ortasında, “Harika oynadık, müthiş bir iş çıkardık” demedi; ilk idmanı düşündüğünü söyledi. Çünkü; bir prensibi de şuydu: “Geçmişe bağlı kalarak yaşayan biri hiç olmadım. Geçmişi geçmişte bıraktım.”
En kötü anlarda en iyi şeyleri düşünüyor... En iyi anlarda ise en kötü olasılıkları... Zihnini, beynini böyle terbiye ediyor ve her daim işine odaklanmasının sırrı da belki bu... “Hayat çok güzel ve insan kafasını kötü şeylerle kurcalamamalı, olumlu düşünmeli” diyor. Sonrasında bir hayat dersi daha veriyor: “Tabii ki kolay değil, sabah uyanıp mutlu olmaya çalışmak... Ama denemek, kimseye bir şey kaybettirmez.”
Bir kulüp olsa, müzesi kupalarla dolu olurdu. Çünkü hep finallerin adamı olmuş. Ve genelde kazanan taraf... “Başarınızın sırrı nedir” diye sormuşlar. Yanıtı şu: “Hayattaki her şey için savaşmalısınız.”
Kötü bir şut tercihi mi yaptın, rakibi bir anlığına kaçırdın mı, pozisyon hatası mı yaptın? Yandın! Çünkü adın, kariyerin hiç de önemli değil... Onun yanına gittiğinde, ‘kıpkırmızı suratıyla’ sana nutuk çekeceğini biliyorsun. “Bu oyun, anlara bağlıdır. O yüzden en baştan en sonuna kadar hep oyunun içinde kalmak, savaşmak zorundasın. Bazen bir ribaund, bazen bir top çalma, bazen bir şut değiştirir kaderini... Anların değerini bilmek zorundasın” diyor... Bugün var, yarın yok... Bir gün gelecek, gidecek... Onunla geçen her anın kıymetini bilmeliyiz. Herkes yazıyor, futbol takımını da o yönetsin diye... Bu, olsa olsa tatlı bir şaka belki ama... Aziz Yıldırım’a yol göstermesi gereken bir şaka... Fenerbahçe futbolda da özlenen günlere geri dönmek istiyorsa; öncelikle kulübesine ‘kırmızı suratlı bir adam’ koymalı... Çünkü kulübende ‘kırmızı suratlı bir adam’ varsa; sahada da görmek istediğin takım mutlaka olacaktır.
Teşekkürler Obradovic... Sadece kupa nedeniyle bir teşekkür değil bu... Hayatımıza kattığın değerler için... Hepimize verdiğin hayat dersleri için... Bizimle olduğun için... Varlığın için... Teşekkürler...
‘’Beşiktaş'a ihanet!‘’
Aklımda onlarca soru var. Kendimce cevaplarım da var aslında! Sizler de kendi yanıtlarınızı verin!
Beşiktaş... Quaresma’nın Bursa’da yaptıkları, aslında Beşiktaş’a ihanet değil mi? (Öyle ya; hakem 3 pozisyonun birinde kırmızıyı gösterse, Bursa’yı yenemesen, 3 haftaya Başakşehir ile puan puana ya da geride girsen, şampiyonluğun riske girmez mi? Beşiktaşlılar “Quaresma atılmalı” diyenlere “Beşiktaş düşmanı” diyeceğine, olaya bu pencereden bakmak zorunda değil mi?)
Galatasaray... Kalesinde Muslera olan bir takım, 31 haftada nasıl 10 mağlubiyet alır? 31 haftada nasıl 37 gol yer?) (Ya Muslera olmasa? Puan cetvelinde nerede olurdu sizce Galatasaray? Sneijder, Podolski, Bruma yıldız diyorsun ama... Bir onların kazandırdığı maç sayısına bak, bir de Muslera’nın... Neden kaptan yapılmaz Muslera?)
Fenerbahçe... Bir zamanlar 34 maç üst üste kazandığın; bir zamanlar namağlup sezon bitirdiğin Kadıköy’e ne oldu? Neden 8 bin kişiye oynuyorsun? (Kazandığın maçlarda bile takımın en iyisi Volkan Demirel! Bu nasıl yorumlanmalı? 16 maç kazanmış, 15 kazanamamış Fenerbahçe... Takımında 5 Gol Kralı var. O krallar ne iş yapar?)
Başakşehir... Tarih yazabileceğin bir yolda son viraja giriyorsun. 5 tane oyuncun 1 tane gazeteciyi neden döver? (Dövmek basit kalır, vahşet bu! Suç belli, cezası da belli... Yıllardır sergilediğin duruşunla ‘hepimizin takımı’ olmak yolunda ilerliyordun, bu oyuncular için Tahkim’e gittin, her şeyi mahvettin. Sen de diğerleri gibi oldun artık, kazanmak yolunda her şey mübah diyenlerden... Oysa ki gönüllerde hep şampiyon kalabilirdin.)
Trabzonspor... 5 maç kazanınca göklere çıkardığın Ersun Yanal’ı, 2 maç kazanamadığında neden yerden yere vuruyorsun? (Kazandığı günlerde “Mutlaka yeni kontrat yapılmalı” dediğin adama, kaybettiğinde “İstifa et” baskısı yapıyorsun. 50. yılın ilk günlerine adım attığın bu dönemde, istikrar adına hareket etmelisin oysa... Üstelik Ersun Yanal’ı göndersen, kimi getireceksin?)
Bursaspor... Takım otobüsüne girip futbolcularını dövüyorsun, sonra nasıl başarı bekliyorsun? (O günden bu yana kaç maç oynadınız, kaçını kazanıp kaçını kaybettiniz. O günden bu yana kaç gol attınız, kaç gol yediniz? Bu sezon kaç teknik direktör değiştirdiniz? O olay yaşandığı gün puan cetvelinde hangi sıradaydınız ve şu an hangi sıradasınız?)
Gaziantepspor... Bir mucizeye ihtiyacı var artık kümede kalması için... Yıllardır borç haberleri yazılıp çizilir Antep için... Tesislerin elektiriği kesilir, futbolcuları isyan eder falan filan... Şimdi mutlu musunuz? (Bakın Sakarya’ya, Samsun’a, Denizli’ye ve bir zamanlar Süper Lig’de fırtınalar estiren onlarca kulübe... Nasıl geleceksiniz geriye? )
Türkiye Futbol Federasyonu... A Milli Takım’a herhangi bir köşeden bulaşana milyonlarca para akıtıyorsunuz ya... U 17 Milli Takımı’nın hocasına,. futbolcusuna, ekibin tamamına ne ödül vereceksiniz?
‘’Burnundan kıl aldırmamak!‘’
Adam o kadar zengindir ki; mal varlığının kaç haneli rakamlarla ifade edildiğini kendisi bile bilmez. Ama insan işte sonuçta! Herkes gibi grip olabilir, burnu akabilir yani! Bir sabah, çıldırtan bir baş ağrısıyla uyanır o çok pahalı yatağından! Hizmetkârları ağrı kesici getirir, içer, ama nafile!
Bir gün, iki gün, üç gün... Geçmez bir türlü ağrısı... Hemen doktorlar çağrılır. Muayeneler, tahliller yapılır, fakat hiç bir hastalık teşhisi konulamaz. Adamın baş ağrısı bir türlü geçmez, geçmediği gibi artarak sürer. Artık gözleri de yaşarmaktadır, öyle bir hâl almıştır ki durumu, yataktan çıkamamaktadır.
Yardımcıları yurt dışına götürürler, orada da muayeneler, tahliller ve sonuç aynı: Tıbbi anlamda bir sorun yok! Doktorlar, yardımcılarına şunu söyler: “Onu evine götürün. En azından son günlerini evinde geçirsin...”
Eve dönerler.
Bir zamanlar jilet gibi giyinen o çok bakımlı adam gitmiş; bitmek bilmeyen ağrılar yüzünden yorgun düşmüş, yaşlanmış, saçı sakalı birbirine karışmış bir adam gelmiştir yerine... Yardımcıları, ‘en azından kendisini iyi hissetsin’ düşüncesiyle, eve berber çağırırlar. Berber, yataktan kalkamayan adamı traşa başlar. Meşhur berber-müşteri sohbeti başlar. Adam bir kaç hafta içinde hayatının nereden nereye geldiğini anlatır ve artık ölümü beklediğini söyler. Bu arada saç ve sakal traşını bitiren berber, adamın burun kıllarını temizlemek için harekete geçer ve bir bakar ki adamın burnunda kıl dönmesi var! Alır eline cımbızı, çeker ters dönmüş kılı! Adamın çığlığını duyan yardımcıları içeri dalar ve berber bir yandan darp edilirken diğer taraftan kapı önüne konulur. Tüm eşyaları evde kalmıştır ve elbette cımbızı ve cımbızın ucundaki 20 santimlik kıl da!
Ağzı burnu kan içindedir adamın, hemen pansuman yapılır ve tekrar yatağına yatırılır. Adam derin bir uykuya dalar.
Ertesi sabah, haftalar sonra ilk kez mutlu uyanır yatağında. Ağrı bitmiştir, gözlerinin yaşarması geçmiştir. Dönen kılın sinire değerek uzayıp gitmesidir meğerse o kahreden ağrıların, göz yaşarmasının sebebi....
Onca doktorun çözemediği sorunu, bir berber çözmüştür! Adam sözünü tutar ve berbere bir servet bağışlar!
‘Burnundan kıl aldırmamak’ deyiminin hikayesidir bu!
İnsanlar bu deyime, bu hikaye yüzünden küçük bir ekleme de yapmışlar: Burnundan kıl aldırmayanların başı çok ağrır!
Bugün etrafımızda çok var böyle adamlar... Burnundan kıl aldırmazlar!
İsimlerinin önüne Fenerbahçe, Beşiktaş, Galatasaray ve Trabzonspor gibi büyük markaları koymuşlar; o büyük gücün verdiği zenginlikle ‘dünyayı ben yarattım’ havasındalar!
Kimileri başkan, kimileri teknik direktör, kimileri yönetici, kimileri futbolcu!
Ama gün olur, devran döner!
O büyük gücü veren o büyük markalar, bir gün sizleri de kapı dışına iterler...
Zenginliğinizden eser kalmaz, kendinizi çırılçıplak hissedersiniz.
Bugün burnunuzdan kıl aldırmazsınız ama...
Yarın başınız çok ağrır...
Göz yaşlarınız hiç dinmez!
‘’Ceketliler nasılsınız!‘’
Eşkıya bir köyü basar ve bütün kadınları dağa kaldırır. Ağa ve adamları iz sürüp eşkıyanın etrafını kuşatır. Köylüyle baş edemeyeceğini anlayan eşkıya, kadınları bırakıp kaçar. Ağa ve köylüler, kadınlarını da yanlarına alarak evlerine dönerler. Akşam olur, Ağa ile karısı arasında şu konuşma geçer:
-”Ne yaptılar size!”
-”N’olacak, hepimizin ırzına geçtiler.”
-”Ağa’nın karısı olduğunu söylemedin mi?”
-”Söyledim.”
-”Eeeee, ne yaptılar!”
-”Altıma halı serdiler!”
Lyon-Beşiktaş maçını statta izlemiştim. Fransız ve Türk taraftarlar arasında yaşanan bir sorun değildi o... Stattaki tek boş tribünden aniden içeri dalan 70-80 kişilik tepeden tırnağa siyah giysili, yüzleri kar maskeli adamlar yüzünden yaşandı her şey...
Öyle ki, sahanın içine kaçanların yüzde 90’ı Fransız’dı zaten. Hâl böyleyken, UEFA Disiplin Komitesi, hem Lyon’a hem de Beşiktaş’a aynı cezayı verdi. İki kulübe de, “Gözüm üzerinizde, aynı olaylar tekrarlanırsa, sizi yarış dışına iterim” dedi.
Bazen altımıza halı seriyor UEFA, bazen onu bile çok görüyor! Fakat verdikleri her kararda, her nedense hep biz mağdur oluyoruz.
Şike Operasyonu’nda gelinen nokta ortada... Fenerbahçe’yi Avrupa’dan men ettiler. Trabzonspor’a istediklerini vermiyorlar, yani bir ceza da onlara veriyorlar. Lyon’un Dinamo Zagreb maçında yaptığı bariz şikeyi görmediler bile!
UEFA; Vodafone Arena’da, TT Arena’da, Saracoğlu’nda eksikler bulup sıralıyor. Sonra bir bakıyoruz ki, kulüplerimizin deplasmanda oynadığı statlar, bir facia... Sahanın çimleri yarım metre, soyunma odaları pislik içinde.
Almanya, Avusturya, İsviçre gibi bir çok ülke; bizim takımlarımızın kendi sınırları içinde maç oynamalarını istemiyor. Güya gurbetçiler, hep olay çıkartıyormuş! Aynı ülkeler; bir İngiliz ya da bir Rus takımı ile eşleştiğinde benzer yaptırımlarda bulunabiliyor mu!
Bir futbolcu, bizim kulüplerimizden birinden hukuksuz bir şekilde ayrılsa dahi, haksız çıkma ihtimali yok! UEFA, mutlaka o yabancı futbolcudan yana tavır alır.
Sakın ola ‘kafatasçı’, ‘ırkçı’, ‘kindar’ falan olduğumu düşünmeyin. Aksine benim hayat prensibim şudur: “İnsanlar ikiye ayrılır; iyiler ve kötüler...” Yani din, dil, ırk gibi kıstaslarım sonradan gelir!
Fakat futbolun Avrupa’daki patronu UEFA, söz konusu biz olunca ‘fişlenmiş’ gözüyle bakıyor. Hep ön yargı ve elbette hep haksız kararlar...
Şu Lyon-Beşiktaş maçı bardağı taşıran son damladır! Ortada fanatizm, holiganizm ile açıklanamayacak bir durum var! Ve kanımca bu olayın perde arkasında; Avrupa’yı etkisi altına alan aşırı sağcı, ırkçı, faşist hareketlerin parmağı var! Tablo ürkütücü... Buna karşın yıllardır bizi UEFA’da temsil eden Şenes Erzik Bey... Kısa süre önce önemli bir göreve getirilen Servet Yardımcı Bey... Futbol Federasyonu Başkanı Yıldırım Demirören Bey... Siz ne düşünüyorsunuz bu konuda? Nasılsınız? Rahat mısınız? Siz ne yaparsınız!
‘’Her 'Erkek', 'Adam' değil!‘’
Çocukluğumuz, ergenliğimiz, gençliğimiz ve yaşlılığımız...
Aşklarımız, kavgalarımız, aldatmalarımız ve aldatılmalarımız...
Dostluklarımız, kardeşliklerimiz, düşmanlıklarımız...
Barışlarımız ve malesef savaşlarımız...
Topraklarımız, denizlerimiz ve masmavi gökyüzümüz...
Evliliklerimiz, boşanmalarımız ve çocuklarımız...
Umutlarımız, endişelerimiz, korkularımız...
Mutluluklarımız, üzüntülerimiz ve yıkıntılarımız...
Dolarlarımız, Eurolarımız, Liralarımız...
Hiç bitmeyecek sandığımız zenginliklerimiz..
Ve hiç geçmeyecek sandığımız fakirliklerimiz...
İki göz oda, daracık bir mutfak ve sevgi dolu yuvalarımız... Havuzlu ama mutsuzluk dolu villalarımız...
Kömürümüz, petrolümüz, doğalgazımız... Yerin dibini delişlerimiz, doğayı katletmemiz...
İnsanlığa dair ne varsa siz de ekleyin bu listeye... Ve sonra...
Ve sonra alttaki fotoğrafa bakın!
Yakıtı bittiği için Satürn’e intihar dalışı yapacak olan Cassini isimli keşif aracı; son görevi olarak bu fotoğrafı yolladı. Tam da Satürn’ün halkaları içinden çekti bu fotoğrafı... Dikkatle bakın; Çok uzaklarda iki küçük beyaz nokta var. Küçük nokta ‘Ay’, biraz daha büyük olan ise ‘Dünya’...
Bir karış toprak için savaşlar ettiğimiz... Bir litre petrol için çocukları katlettiğimiz... Kendi ürettiğimiz komünizm, faşizm gibi felsefeler ve yine kendimizi onlar uğruna öldürmelerimiz...
Kimimiz bir ev alma hayali kurduk hep, yıllarca borç ödemeyi göze alarak...
Kimimiz bir ev parasını bir gecede hiç ettik, çılgınlar gibi eğlendik.
Hepsi, ama hepsi, işte o küçücük beyaz noktada yaşandı. 4.5 milyar yaşında diyorlar Dünya için.. Ve ilk günden bu güne 108 milyar insan yaşadığı tahmin ediliyor.
Her şey, hepsi işte bu küçücük beyaz noktada yaşandı.
Diyeceğim o ki; büyütme kendini... Kendini asla dev aynasında görme...
Paran var, pulun var, meşhursun diye aklına her geleni yapacağını düşünme...
En büyüğün, o küçücük beyaz noktanın içinde 108 milyardan biri işte!
Yılmaz Özdil’in Adam isimli son kitabının son sözleri şöyledir;
“Kadın’ı okudunuz.
Bu da Adam.
Diyebilirsiniz ki...
Kadının karşılığı erkek değil mi?
Bence değil.
Çünkü, her ‘Kadın’, ‘Kadın’ ama...
Her ‘Erkek’, ‘Adam’ değil...”
(NOT: Ne alâkası var demeyin; hafta sonunda yaşananlara dair fikirlerim bunlardır.
İsteyen, istediği gibi alsın!)
‘’Suçlu komutanlar‘’
Kara, deniz ve havacılardan oluşan birlikte komutanlar, “Hangimizin askeri daha cesur” iddiasına girerler. İlk sözü karacıların komutanı alır, bir askeri yanına çağırır ve emreder:
“Yere yat!”
“Başüstüne komutanım...”
Komutanı, bir tankın, askerin üzerinden geçmesi talimatını verir. Tank gelir, asker kılını kıpırdatmaz ve hayatını kaybeder. Komutan, savaş kazanmış bir edayla seslenir:
“İşte cesaret bu!”
Sıra, havacıların komutanındadır. O da bir askerini çağırır ve şu emri verir:
“Şu helikoptere bin!”
Asker biner ve helikopter bir hayli yükseldikten sonra telsizden komutanın yeni emri gelir:
“Atla, ama paraşütünü açma...”
Asker atlar, paraşütünü açmaz ve malum son... Komutan ise gururla etrafına hava yapar:
“İşte cesaret bu!”
Ve sıra denizcilerin komutanına gelir. Askerini çağırır ve emreder:
“Derhal denize atla... 10 dakika yüzeye çıkma...”
Asker cevap verir:
“Hadi ulan!”
Ve komutan, diğer komutanlara dönerek şunu söyler:
“İşte cesaret bu!”
Askerlerin hata yapma, bu hataların sonrasında mazeret üretme hakları vardır. Çünkü emri komutanlar verir, askerler de bu emirleri yerine getirir. Fakat komutanların ne hata yapma ne de mazeret üretme hakları vardır. Çünkü emir-komuta zinciri denilen şey budur.
Dick Advocaat ile İgor Tudor’un hemen her maç sonrasında yaptıkları açıklamalara bakınca, aklıma geldi bu hikaye... Alınan her kötü sonucun ardından suçu takıma ya da futbolculara, ikisi de olmazsa bir eski teknik direktöre kesiyorlar. Hafta içinde o takımı, kendileri çalıştırmıyormuş gibi... Takımın uygulaması gereken taktiği, kendileri belirlemiyormuş gibi... Bir futbolcusu (askeri) isyan etse (Hadi ulan dese), bir sonraki maç kadroyu göremiyor.
Kulübedeki 7 yedek oyuncusu da milli olan teknik adam oysa ki onlar... Advocaat; 90 dakika boyunca tek bir değişiklik yapmadan bitirdi Akhisar maçını... Tudor; sıralamadaki yerlerini belirleyecek Başakşehir maçına, Sneijder’siz, Podolski’siz başladı. Sonra ikisi de kazansa da kaybetse de takımını suçladı.
Futbolcuların (askerlerin) elbette hataları vardır; fakat savaşları askerler değil komutanlar kazanır ya da kaybederler...
Bu örnekten yola çıkarsak, o komutanların da bir üstleri var elbette... Hani askeriyede Genelkurmay Başkanı olduğu gibi... Kulüplerdeki eşdeğerleri ise elbette Başkanlar...
Balık baştan kokar...
Bilmem anlatabildim mi!









































