‘’Dil yarası!‘’
Aziz Yıldırım ile Fikret Orman arasında geçen diyalogları görünce aklıma geldi. İyi bir hikayedir, mevzuyu tam anlamıyla anlatır, ama biraz derin okursan canını acıtır.
Yazıdaki hedef ne Yıldırım ne de Orman aslında... Maalesef toplumumuzda kanaat önderi olarak gördüğümüz pek çok kişi aynı durumda...
Adamın birinin, babadan yadigâr antik ipek bir halısı varmış. Durumu pek de iyi değilmiş, bu nedenle satmaya karar vermiş. Çevresinde kim varsa göstermiş, fakat bir tane bile alıcı bulamamış.
En sonunda bir tanıdığı, böyle tarihi eserleri toplayan zengin bir adam olduğunu söylemiş ve isterse kendisini ona götürebileceğini ifade etmiş.
Adam büyük bir mutlulukla yola çıkmış. Kafasında büyük hayaller, elinde babadan yadigâr halısı ile...
Sonunda köşke varmışlar. Zengin adam halıya şöyle bir bakmış ve sormuş: “Buna kaç para istiyorsun?”
Gariban cevap vermiş: “100 altın...”
Hiç tereddüt etmeden 100 altını vererek halıyı kapan zengin adam, işini sağlama aldıktan sonra garibana dönmüş ve sormuş: “Bu halının kaç para ettiğini biliyor musun?”
100 altın kazandığı için sevinçten havaya uçan gariban, güle oynaya “Hayır” cevabını vermiş.
“En az 3 bin altın eder” diyen zengin, “Peki sen neden 100 altına verdin” diye sormuş.
Gariban mahsun bir ifadeyle yanıtlamış: “Bayım, beni bağışlayın, bildiğim en büyük rakam 100!”
Türk Dil Kurumu’ndan yapılan açıklamaya göre, 1945’te çıkarılan sözlükte 20 bin kelime varken, 1998’de çıkarılan sözlükte 75 bin sözcük varmış. Güncel Türkçe sözlükte ise bu rakam 111 bin 27’ye yükselmiş.
Hâl böyleyken, TÖMER Bursa Şubesi Türkçe Bölüm Başkanı Halil Çağlar’ın iddiasına göre, Türkiye’de insanlar günlük hayatta 400 kelime ile konuşuyor.
Bir insan;
Dakikada 150-200 kelime konuşabiliyor,
Dakikada 200-250 kelime okuyabiliyor,
Dakikada 1300-1800 kelime düşünebiliyor.
Gerçekler bu... Peki
bizim gerçeklerimiz neler?
“Gol ya da goller atıp puan ya
da puanlar kazanmak istiyoruz.”
“Çok istedik, olmadı. Artık önümüzdeki maçlara bakıyoruz.”
“Bugüne kadar hiç hakemler hakkında konuşmadım, ama artık yeter.”
“Benim gol atmam değil, takımımın kazanması önemli.”
Bu sözleri hepiniz milyonlarca kez duymuşsunuzdur. Çünkü bizim ligimizde muhtemelen 100 kelime ile konuşuluyor!
Başkanların düellosundaki seviye neydi;
“Vallahi bir konuşursam...”
“Ben o işleri 13-14 yaşımda bıraktım...”
27’si bile yetermiş aslında...
111 bin kelimeye ne gerek var!
‘’Emre ve nefret!‘’
Bir gün ölüm, adamın karşısına çıktı ve dedi ki: Bugün, son günün...
Adam yanıt verdi: Ama ben hazır değilim ki!
Ölüm: Yapacak bir şey yok, listemde ilk isim sensin...
Adam: Ne yapalım, kader. Gitmeden önce gel otur da, en azından son bir keyif kahvesi içelim.
Ölüm, kabul etti son isteği, oturdu. Adam, ölüme kahvesini getirdi. Ölüm, kahveyi içtikten sonra derin bir uykuya daldı. Çünkü adam, kahvenin içine uyku hapı atmıştı. Adam, ölümün listesini eline aldı, en baştaki ismini silip, en sona yazdı. Ölüm uyandığında adama seslendi:
- Sen, çok şefkatli davrandın. Şefkatinin karşılığında sana büyük bir iyilik yapacağım ve işime listenin sonundan başlayacağım!
(Hikayenin anlattığı şu: Bazı şeyler kaderinde yazılıdır. Onları değiştirmek için ne kadar çabalarsan çabala, onlar hiç bir zaman değişmezler.)
Ben, körü körüne kaderci olanlardan değilim... Şuna inanırım: İnsan, geleceğini inşa ederken, dikkatli olmalı. Çünkü... Geçmiş unutulmaz, geçmiş senin hayata karşı duruşunu ifade eder, geçmiş senin geleceğini belirler.
Bugün kamuoyunda Emre Belözoğlu’na karşı yürütülen ‘nefret kampanyaları’nı üzülerek izliyorum. Günümüzün deyişiyle, ‘algı operasyonları’ yapılıyor Emre özelinde; olmayanlar dahi oluyormuş gibi gösteriliyor.
(Bakın; Süper Lig sorumlumuz Necati Albayrak, Fenerbahçe-Başakşehir maçı sonrası bir araştırma yaptı. Emre, sezon boyu yüzde 50 olan pas isabeti oranını yüzde 52’ye çıkarttı. Ortalama 75 kez topla buluşuyordu, Kadıköy’de bu rakam 81 oldu. 1.8 top kapma ortalaması, Fenerbahçe maçında 3’e çıktı. 4.9 olan başarılı ikili mücadele ortalamasını da 5’e yükseltti. Buna rağmen mücadele etmemiş, kasten oynamamış yorumları yapıldı.)
Bu önyargının nedeni bugünde değil, dünde!
Oysa ki muhteşem bir kariyeri var. Galatasaray ile başlayan, İnter ile devam eden, Newcastle’da büyüyen, Fenerbahçe, Atletico’da zirve yapan... Milli Takım’daki harika futbolunu ve bizi sokaklara döktüğü maçları da unutmayın.. Ve Başakşehir’deki altın dönemini...
O, çok kıymetli bir marka aslında... Fakat bizim temel problemimiz de bu? Markayı iyi yönetememek... Emre şu an üst düzey bir Avrupa kulübünde futbola yeni başlayan bir genç olsaydı eğer; 21 yıllık kariyerinin ardından tüm ülkenin saygı duyduğu bir rol-model olabilirdi. Onun için yapılan yorumlar; ‘iyi futbolcu-kötü insan sığlığı’ndan çok daha ileriye taşınabilirdi. Ondan nefret edenler -severdi, sevmese bile saygı duyardı.
Emre’ye bugünden sonra düşen önemli bir görev var. Onun çok kıymetli kariyerini bu noktaya getiren insanlardan intikamını almalı! Kırarak, döverek-söverek değil elbette... Tıpkı kendisi gibi parlak bir kariyer sahibi olmasına kesin gözüyle baktığımız isimlere kol-kanat gererek; onların gelişiminde ağabeylik yaparak, onları yanlışlardan uzak tutarak...
Çaya uyku hapı atmak çözüm değil! Çözüm; geçmişten geleceğe doğru bir yolculuk yapmakta.. Ve elimizdeki en usta şoför, sensin Emre. Lütfen bunu unutma!
‘’Savunma kazandı‘’
Ve lig yeniden başladı dün gece...
Başakşehir, Kadıköy’de kazansa; şampiyonluk yarışında Beşiktaş ile baş başa kalacaktı. Fenerbahçe ise 18. haftada yarış dışında kalmamak isyanıyla sahadaydı.
Sow gibi bu takımın birinci golcüsü yoktu, Aatif gibi bir hamle oyuncusu, Volkan Şen gibi iyi bir kanadı da yoktu Fenerbahçe’nin. Mehmet Topal’ı da, yani kalbi de yoktu üstelik. Buna karşın, içinde bulundukları pozisyonu iyi tanımlamışlardı ve bu nedenle son düdük çalana kadar olağanüstü mücadele ettiler.
İmzalarını attılar
Fernandao önemli işler yaptı. Epureanu ve Yalçın gibi iki çok güçlü stoperle sürekli temas halinde kalmak kolay iş değildi. Alper Potuk ve Souza da gecenin kırılma anlarında imzası bulunan isimlerdi. Fakat Fenerbahçe, hücumuyla değil, savunmasıyla kazandı. Visca ile Mossoro’nun bu kadar verimsiz olması, aslında rakip defansın ne kadar iyi olduğunun göstergesiydi.
Elinde düdük olan...
Başakşehir iyi takım, Abdullah Avcı iyi teknik adam, Emre iyi lider, Cengiz ise gerçek bir yıldız... Başından sonuna kadar iki iyi takımın güç gösterisiydi izlediğimiz, ev sahibi kazandı ve yarışa 4 takımla devam edileceğinin kararını verdi.
Gecenin en kötüsü kim derseniz, elinde düdük olandı!
‘’Çuf çuf!‘’
Takvim yaprakları 1960’lı yılları göstermektedir.
Güzel illerimizden birinde, personelin büyük bir ihmali sonrasında, Akıl Hastanesi’ndeki bütün akıl hastaları kaçar ve şehrin sokaklarına dağılırlar.
Durum fark edildiğinde, hastanede büyük bir panik başlar.
Müdür-personel hep birlikte kafa kafaya verir ve ne yapılması gerektiğini konuşurlar.
En sonunda Başhekim sözü alır ve “Buldum” der.
Odadaki herkes merak kesilir; öyle ya, yüzlerce akıl hastasıdır kaçan ve tek tek nasıl bulunacak!
Dönemin çok önemli doktorlarından biri olan Başhekim Mutemet bey; “Bana bir düdük verin ve arkama yapışarak gelin” der.
Doktorlar, personel şaşkındır; “Acaba” derler içlerinden, “Başhekim de mi çıldırdı!”
Fakat ‘emir, demiri keser’ ve önde Başhekim Mutemet Bey, arkasında diğer doktorlar ve görevli personel...
Şehrin sokaklarında ‘çuf çuf’ diye bağırarak, ‘Kara Tren’ oyunu oynamaya başlarlar...
Bir süre sonra kuyruk uzamaya başlar, Başhekim’in planı tutmuştur, diğer doktorlar ve personel hem şaşkın hem de mutludur artık.
Bu çılgınca oyun saatlerce sürer ve kuyruk uzadıkça uzar.
Lokomotif, yani Başhekim Mutemet Bey, rotayı çizmiştir ve saatler sonra ‘tren’in güzergahı Akıl Hastanesi’ne doğru dönmüştür.
Sorun çözülmüştür; şehrin Mülki İdare Amirleri, Başhekim Mutemet Bey, doktorlar ve elbette personel hayli mutludur.
Bu arada Akıl Hastanesi’ne dönen hastalar da mutludur; öyle ya, şahane bir gün geçirmişler, oyun oynamışlar ve yurtlarına geri dönmüşlerdir.
Fakat asıl mesele bundan sonra başlayacaktır!
Başhekim Mutemet Bey, “Bir sayım yapın bakalım, dışarıda kaç hastamız kalmış” der.
Personel sayımı yapar ve Başhekim’e rapor verir: “Toplam 612 hastamız, hastaneye geri dönmüştür.”
Başhekim Mutemet Bey’in gözleri yerinden çıkacak gibidir;
Çünkü hastaneden kaçan akıl hastası sayısı, aslında 423’tür!
Hikaye deyip geçmeyin, yaşanmış bir olaydır bu... Fakat şehrin ismini verip de başıma iş almam! Ki zaten nerede yaşandığının ne önemi var, sonuçta nerede yaşandığı değil, nasıl sonuçlandığı önemli değil midir!
Kısa bir aradan sonra yeniden kavuştuk ya ligimize... 16. hafta sonundan 17. hafta sonuna kadar geçen 18 günlük süreçte yaşananlar, aklıma yukarıdaki olayı getirdi.
Olayları da yazmam, elbette başıma iş almam!
Yıldızlar arasındaki boşluğu herkes kendince doldursun!
...
Acaba diyorum...
Biz de kapıları açsak...
Ama kara trencilik oynamasak...
Çuf çuf diye bağırmasak...
Gidenler dışarıda kalsa!
Türk Futbolu’nun aklı başına gelir mi!
‘’Bir son bir başlangıç!‘’
Tertemiz başladı, tertemiz bitti.
Bırakın sonucu bir tarafa; sonuçta onlarca kez kazandı Trabzonspor ve onlarca kez de kaybetti, önemli olan Avni Aker'e böyle veda etmekti.
Bu bir son veya bir başlangıç olsun. Tam da bu cümleye denk düşecek bir hikaye var sırada.
*
Kahramanımızın adı; Emma Bombeck... Bir gün rahatsızlandı, hastaneye gitti. Bir kaç saat önce senin-benim gibi yiyen-içen, gezen-dolaşan, hayaller kuran bu kadın; o an hayatın en acımasız yüzüyle karşılaştı.
Kanserdi; üstelik son evreydi. Oturup ağlamak yerine, eline aldı kağıdı ve kalemi, şunları yazdı:
"Hayatımı yeniden yaşayabilseydim eğer...
Hastayken yatağa girer dinlenirdim. Ben olmadığım zaman her şey kötüye gidecek diye düşünmezdim. Gül şeklindeki pembe mumu saklamaz yakardım. Daha az konuşur, ama daha çok dinlerdim.
Yerler kirlense, masa örtüm lekelense bile daha çok arkadaşımı akşam yemeğine davet ederdim. Oturma odasında TV seyrederken, patlamış mısır yer; yerler leke olacak diye korkmazdım.
Bana gençliğini anlatmaya çalışan dedeme daha çok vakit ayırırdım.
Kocamın sorumluluklarını daha çok paylaşırdım.
Saçım bozulmasın diye, arabanın camının açılmasını önlemezdim.
Eteğimin lekelenmesine aldırmadan çimlere otururdum.
TV seyrederken daha az, hayata bakarken daha çok ağlar ve gülerdim. Ömür boyu garantilidir denilen hiçbir şeyi satın almazdım.
Hamileliğimin bir an önce sona erip, doğum yapmayı dilemek yerine, hamile olduğum her anın tadını çıkarır ve içimde bir canlı yaratmanın ne kadar harika olduğunu fark ederdim. Çocuklarım beni öpmek istediklerinde, asla "Önce git ellerini yüzünü yıka" demezdim. Onlara daha çok "seni seviyorum", ondan da daha çok "özür dilerim" derdim..
Ama başka bir hayat verilseydi en çok yapacağım şey; her dakikasını değerlendirmek olurdu. Dikkatle bak...
Gerçekten gör... Yaşa... Vazgeçme... Küçük şeyler için şikayet etmekten vazgeç...
Bana benzemeyenler, benden daha çok şeye sahip olanlar ve kimin ne yaptığı beni ilgilendirmezdi. Bunun yerine, ilişkilerimi güçlendirmeye çalışırdım. Sahip olduğunuz ruhsal, fiziksel ve duygusal her şey için şükredin. Tek bir hayatınız var ve bir gün sona eriyor. Umarım her gününüzü değerlendirirsiniz.
*Daha çok dostluk, daha çok mutluluk ve daha çok iyi insan olsun çevrenizde.
İyi yıllar herkese...
‘’Ne aslan ne tilki!‘’
Aslanlar toplanmış, liderleri konuşmuş: “Hesapta ormanın kralıyız. Ama açlıktan öleceğiz. Maymuna saldırsak ağaca kaçıyor, fillere saldırsak fazla büyük. Kuşlara dalsak uçuyorlar... Eeee, balık yakalayacak halimiz de yok ki!”
Aslanlar “Ne yapmalıyız” sorusuna cevap aramışlar. İçlerinden biri; “En iyisi boğalara saldıralım” demiş. Bir diğeri destek vermiş; “İri yarılar. Ne pençeleri var ne de dişleri diş! Yani tam bizim dişimize göre...”
Oylama yapmışlar, “Olur” kararı çıkmış.. Ve lider aslan emri vermiş; “Hücummmmm.” Fakat evdeki hesap çarşıya uymamış; Boğalar, saldırı anında hemen organize olabiliyorlar, topluca savunma yapabiliyorlarmış.. Aslanlar her hücumda püskürtülmüş. Açlıktan kırılmak üzere olan aslanlar, yeniden toplantıya girmişler. Lider aslan, “Tilkiye danışalım” demiş.
Durumu anlatmışlar, tilki “Kolay” demiş ve eklemiş: “Beni, boğaların yaşadığı zengin otlakların prensi yapın, işinizi hemen halledeyim...”
Açlık bu, mecburen kabul etmişler... Tilki, elinde beyaz bayrakla o zengin otlaklara gelmiş ve söze girmiş: “Saygıdeğer boğalar. Aslında aslanlar uysaldır, sizi de seviyorlar. Ancak şu sarı boğa var ya, sorun o. Onu görünce canları çekiyor, verin şu sarı boğayı, kurtulun!” Boğa heyeti düşünmüş taşınmış, “Bana dokunmayan yılan bin yaşasın” mantığıyla vermişler sarı boğayı... Aslanlar da afiyetle yemişler elbette.
Bir gün, iki gün sonra... Tilki yeniden gelmiş zengin otlaklara... “Gördünüz mü! Saldırılar kesildi” demiş. Boğalar da durumdan hayli memnunmuş, fakat tilki biraz sonra ağzından baklayı çıkarmış: “Ama şu var ya, benekli boğa. O olduğu sürece rahatınız uzun sürmez. Cezbediyor, aslanların canı çekiyor... Verin, kurtulun!” Boğa heyeti ‘otlağın selameti için’ benekli boğayı da teslim etmiş... Üç gün, dört gün sonra... Tilki yeniden gelmiş; Kuyruğu uzun olanı... Tombul olanı... Kızıl olanı... Tek tek alıp, gitmiş boğaları. Otlak seyrelmiş, aslanlar semirmiş... Aylar sonrasında... Artık tilki gelmemiş, gerek kalmamış çünkü! Bu kez direkt kendileri gelmiş aslanlar... Lider olanı kükremiş; “Hanginizi istiyorsam, canım hanginizi çekiyorsa, onu vereceksiniz. Kızdırmayın beni...”
Otların arasında tir tir titreyen, tek tük kalmış boğalar iç geçirmiş: “Keşke sarı boğayı vermeseydik...”
Ülkemizin durumu malum... Zor günlerden geçiyoruz. Bu vatanı seven, bu bayrağa saygı duyan, içinde halen insanlık adına güzel duygular barındıran ‘sizler’, ‘bizler’ için bu yazı...
Artık sayılı eğlencelerimiz kaldı; mesleğimiz gereği, bizim için içlerinden biri de futbol...
Sahip çıkalım oyunumuza... Artık şu sığ kavgalardan, şiddetten, holiganizmden uzak duralım... Üzüntümüz kaçan gol, mutluluğumuz gelen üç puan olsun! Hayat-memat meselesi yapmayalım bu oyunu... İlk düdük çaldığında düşman değil rakip; son düdük çaldığında dost olalım, eskisi gibi...
Sahip çıkalım birbirimize; Bir olalım, birlik olalım.
Aç gözlü aslanlara karşı duralım... Kurnaz tilkilere aldanmayalım.
Nazım’ın dediği gibi;
Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür...
Ve bir orman gibi kardeşçesine...
Bu hasret bizim...
‘’Geçit yok...‘’
Bağdatlı’yız, Bağdat’tayız, Bağdatlı’yız...
Bağdat’ta düşünce bombalar adımız meçhule kalır, adımız meçhul,
Yanar kavrulur bedenimiz sevdiklerimiz, yanar kavrulur,
Külümüz kalır geriye rüzgârda savrulur, sözümüz kalır,
Bir de öfkemiz, bir de öfkemiz, bir de öfkemiz... Öfkeliyiz...
Kül savrulur, söz kalır, öfke büyür, büyüyor...
Bağdatlıyız, Bağdattayız, dünyanın her yanındayız,
Bu kan denizinin dalgalarıyla ‘Yanki’leri boğacağız.
Bağdatlı’yız, Bağdat’tayız, her yandayız...
Geçit yok, isyan var emperyalizme karşı,
Katlettiğin yetti artık, yetti artık, yetti...
Geçit yok, isyan var emperyalizme karşı,
Söndürdüğün ocaklar yetti artık, yetti, yetti...
Yetmez artık... Bombaların durduramaz bu seli,
Sorulacak bir hesap var; Yetti artık, yetti...
Atılan bombanın bir hesabı olacak, olmalı,
Yetti artık, yetti... Hesap vakti geldi...
Bombalanan topraklarda yakılan hayatların,
Söyleyecekleri bitmedi daha, bitmeyecek...
Bombalanan insanlarımız adına da haykırıyoruz bir kez daha, katil Amerika!
Önce gürleyen sesimiz kovar Yankiler’i; sonra biz,
Bombalanan topraklarda yakılan halkların soracakları hesap bitmedi daha, bitmeyecek...
Geçit yok! Buralarda biz varız hey... Türküz, Kürdüz, Arabız biz...
Sömürü, işgal, istila varsa; ‘Ya istiklal ya ölüm’ diyenler de vardı, varlar, varolacaklar.
Biz varken, geçit yok, sömürü, işgal, istila varsa kurtuluş kavgası olacaktır, biz halkız.
Bağdatlı çocuğun çığlığı meydanlarda, öfke dolu bir haykırış, bir taş, bir ateş...
Ki hıncımız yanan çocukların acısı kadar büyük...
Kim yaktı Bağdatlı bebeleri böyle,
Hangi alçak çıkarlar için yüksek teknolojiyle yaktılar, yıktılar, bombaladılar biliyoruz.
Suç kesin, suçlu malum, emperyalizm...
Gereği düşünüldü...
İyi halsiz katillere adil olmaktır en büyük ceza...
Bağdat’ta yanan çocukların acısı kadar acımasız olacağız kovboylara,
Bağdat’ta yananların ahı kadar adaletli olacağız.
Bu, Ümit İlter’in ‘Geçit yok’ şiiridir. Işıklar içinde uyusun; Tuncel Kurtiz seslendirmiştir. Hem de nerede biliyor musunuz; İnönü’de... Hani birkaç gün önce canlarımızın yandığı İnönü’de... Bağdat’ı çıkartın, İstanbul’u koyun yerine... Amerika’yı isteyen çıkartsın, isteyen katilleri koysun yerine... Ve haykıralım tüm bedenimizle: GEÇİT YOK!
‘’Üç an...‘’
Aslına bakarsanız, ilk yarıdaki üç an, bu iki takımdan hangisinin yoluna devam edeceğini göstermişti. Kalan dakikalar, grupta Fenerbahçe’nin mi yoksa Manchester’ın mı lider olacağı sorusunun cevabı için oynandı.
Sahadaki 22 futbolcuyu da kutlamak gerek. Çünkü zehir gibi bir soğukta, bizler tribünde nefes alamazken, onlar saha içinde performans koymaya çalıştı.
Sahanın en iyilerinden biri maçın hakemi, diğeri ise Feyenoord tribünleriydi.
Artık üç takımla Avrupa liginde olacağız. Hem de üçü de birinci torbada.
Yolumuz açık olsun...
(Bu arada Aziz Yıldırım gerçekten şanslı bir başkan! Baksanıza, yaptırdığı Sow tişörtü çok satacak yine...)









































