‘’Kötülük için dinlen!‘’
Sezonun ilk haftasında şunları yazmıştık özetle...
“Öncelikle hayırlı olsun 2016-2017 sezonu... Olsun da... Olmayacak gibi!
Baksanıza... Daha sezonun ilk haftası... Avni Aker’de Trabzonspor, TT Arena’da Galatasaray; boş tribünler önünde sezonu açıyor.
Peki neden?
Trabzonspor, Fenerbahçe maçında hakeme saldıran ne idüğü belirsiz bir tetikçi yüzünden...
Galatasaray, Beşiktaş ile oynanan Süper Kupa Finali’nde taraftarının sahaya neden attığı halâ bilinmeyen meşaleler yüzünden...
Peki o hakeme saldıran adam nerede şimdi? Elini kolunu sallayarak ve belki de kasıla kasıla geziyor sokaklarda...
Konya’da o meşaleleri atanlar, kendi kalecileri, hatta kahramanları Muslera’yı bile çıldırtanlar nerede? Onlar da aynı... Ellerini kollarını sallayarak geziyor aramızda...
Oysa ki Galatasaray’a bir maç seyircisiz cezası verdirdi o adamlar... 14 yaralı, 12 gözaltı vardı Konya’da... İşte o 12 adam yüzünden 20 milyon Galatasaraylı seyirden men...
Passolig denilen kart; statlarda ve salonlarda şiddet ve düzensizliği önleyecek, stat ve salonlarımızı bu vahşilerden temizleyecekti. Fakat yine o vahşiler vahşet yaratıyor; fakat cezayı bütün taraftarlar çekiyor. Yaramaz çocuk cam kırdı diye; mahalledeki bütün çocuklara futbolu yasaklamak gibi bir şey bu...
Ceza, suçu işleyene özel olmalı...*
O günden bu yana neler değişti peki?
Fenerbahçe-Galatasaray derbisi oynandı 15 gün önce... Fenerbahçe puanları kazandı belki ama, yine tribünleri kaybetti! İki kale arkası ve diğer iki tribünün üst kısımları; küfür nedeniyle kapatıldı! Ve rakip takım taraftarlarının da bir sonraki deplasmana girmesi yasaklandı.
Peki şimdi ne olacak?
O gün küfrettiği söylenen Fenerliler, cumartesi Beşiktaş derbisine giremeyecek! Onların biletlerini aktardığı kişiler girecek tribüne ve bu kez onlar küfredecek. PFDK yine ceza verecek muhtemelen yine iki kale arkası ve diğer iki tribünün üst kısımlarına...
PFDK yine ceza verecek Galatasaray’ın bir sonraki deplasmanına giden taraftarına...
Fakat... Fenerbahçe’nin Beşiktaş derbisinden bir sonraki iç saha maçına; Galatasaray derbisinde küfür ettiği için ceza verilenler girecek.
Galatasaray’ın bir sonraki deplasman maçına, Kadıköy’de küfrettiği için ceza verilenler girecek.
Sezon başı söylemiştik, bu ceza değil, ödül! Ceza kişiye özel ve caydırıcı olmalı demiştik.
Kötülük yap, biraz bekle, sonra yine kötülük yaparsın demenin cezayla ne alâkası var!
Sezon başı Sayın Bakan Akif Çağatay Kılıç’a seslenmiştik, bir kez daha seslenmek şart. Bu kanun, stat ve salonlardaki şiddet ve küfrü önlemek için yeterli değil. Bu kanunun, uygulanmadığı sürece, öylece kalmasının bir anlamı yok.
Hani o ‘adamın terini bile gösterir’ dediğimiz kameralar incelenmediği sürece, o tribünlerde asla küfretmeyen insanlar da diğer vandallarla birlikte ceza almaya devam edecek...
Bu yarı, Fenerbahçe’nin başına gelenler; ikinci devrede Galatasaray’ın, Beşiktaş’ın, Trabzonspor’un başına gelecek. Böyle devam ettiği sürece, statlarımız salonlarımız asla temizlenmeyecek.
Bu yazdıklarımız; Fenerbahçe-Beşiktaş derbisinden sonra belgelenecek!
‘’Çocuk ve koltuk‘’
“Yirmi altı yaşında genç bir adamdım. Amerika’da Osgood’un asistanlığını yapıyorum. Aynı odada John ve Gary adında iki asistan daha var. Bir gün ofise gittiğimde; halının üstünde emekleyen bir oğlan çocuğu gördüm. Gary oğlunu getirmişti. Odada oldukça alçak meşin bir koltuk vardı. Çocuk ona çıkmaya çalışıyordu. Bir bacağını atıyor, tutunuyor ama bir türlü çıkamıyordu. Baba bir yandan çalışırken bir yandan göz ucuyla oğlunu takip ediyordu. John ise hiç ilgilenmiyordu.
Çocuk yine deneyip çıkamayınca yerimden kalktım. Çocuğun koltuk altlarından tuttum, “Hoppa!” dedim ve onu koltuğun üstüne bıraktım. Çocuk önce şaşırdı, sonra koltuğun üstünde kalakaldı. Bana göre o çocuk benim yeğenimdi. Ben de amcası. Amca, yeğenine yardım ediyordu. Vazifesini yapmış bir amcanın mutluluğu içinde gülümseyerek Gary’ye baktım. “Neden yaptın?” diye sordu. “Çıkmaya çalışıyordu” dedim. Gary, “Ben de biliyordum çıkmaya çalıştığını. Sen niye yaptın?” diye üsteledi. Şaşırdım, içimden, “Bu Amerikalılar’a da iyilik yaramıyor” diye düşündüm.
Sonra sordu; “Sen ne yaptığının farkında mısın?”
İstanbul psikolojiyi bitirmişim. İki yıl asistanlık yapmışım, aydın bir insandım.“Bak” dedi; “Çocuk koltuğa çıkacağına inanıyordu. Belki yarım saat, belki bir saat uğraşacaktı ama önünde sonunda çıkacaktı. Çıkınca dönüp bana bakacaktı; ona, “Çıktın” diyecektim. Sonra inecekti. Bütün gün onunla uğraşacaktı ve belki de beş dakikada çıkar hale gelecekti. Bu onun bugünkü zaferi olacaktı.
Sen onun zaferini çaldın!”
Bu müthiş bir dersti. İki hafta sonra Gary’ye, “Neden sadece ‘Çıktın!’ diyecektin? Neden ‘Aferin sana oğlum. Alkış’ değil?” diye sordum.
Verdiği cevap şuydu; “Ben zaferine sadece tanık olurum. Onun benden aferin almak için başarı peşinde koşması doğru değil. Kendisi için başarır ama benim bildiğimi, gözlediğimi, tanık olduğumu bilir!”
Hikaye kime ait bilmiyorum, ama etkileyici olduğu kesin.
O çocuğun yerine Başakşehir’i koyun. Belki bu yıl, belki seneye, belki bir kaç yıl sonra.
O koltuğa mutlaka çıkacaklar; zaferlerini çalacak birileri olmazsa!
İsmet Tongo
Her veda, bir buluşma aslında. Bak sen de bizi bıraktın, gittin. Ama biliyoruz ki onlarlasın şimdi. Coşkun Özarı ve Temel Özalak ile Galatasaray’ı kurtarıyorsunuz belki... Belki de Mehmet Tan ile alayına gider yapıyorsunuz. Ayhan Yılmaz makaraya geliyordur muhakkak. Tanımıyor olabilirsin, ama o entellektüel çocuk da bizden; adı Önder Dertli... Sıkılgan adamsın, o yüzden kısa keseceğim. Ellerinden öper, hakkımı helal ederim. Sen de helal et. Zahmet olmazsa bizimkilere de selam et!
‘’Biz bitti demeden...‘’
Türkiye’ye, Türk insanına zehir etmiştiniz son Avrupa Şampiyonası’nı...
Aldığınız sonuçlar umurumuzda bile değildi oysa ki.
Biz sadece, o formayı sırtına geçirenlerden, o formayı sırtına geçirenleri yönetenlerden hep birlikte, omuz omuza mücadele etmelerini istemiştik. Futbolla özdeşleştirmeyi doğru bulmasam da, her maç ‘savaşmalarını’ istemiştik. Kaybetsek bile onurumuzla, ter dökerek kaybetmeyi istemiştik.
Çünkü biliyorduk ki; bazen yenilsen bile kaybetmiş olmazsın.
Tıpkı, İzlanda gibi...
Tıpkı, Arnavutluk gibi...
Tıpkı, Galler gibi...
İsteğimiz, sadece bir iz bırakmaktı Fransa’da... Tıpkı, İzlanda’nın tribün şovu gibi... Tıpkı, 2008’de “Biz bitti demeden bitmez” dediğimiz günlerdeki gibi...
Ama siz...
Prim derdine düştünüz... “O, bu kadar aldı, ben bu kadar” dediniz. Sanki ‘O’ başka bir takımın futbolcusuymuş gibi...
Transfer derdine düştünüz... Yarın karşı karşıya geleceğiniz rakipleriniz dinlenmek için uykuya dalmışken, otel odasında sabaha karşı menacerlerinizle pazarlıklara giriştiniz. Sanki ‘başka bir gün yokmuş, boşta kalacakmışsınız’ gibi...
Önce birbirinize düştünüz, sonra tribündeki taraftarlarla didiştiniz... İspanyol futbolcular sahada futbol oynamayı bıraktı, İspanyol taraftarlar bizimkileri coşturmak için ortak tezahürata başladı. Onlar bunu yaparken, siz halâ tribünlere gider yapıyordunuz. Sanki o tribündeki adamlar, sizi yıllardır baştacı yapmamış gibi...
Bugün, bu ülkede Milli Takım’ın reytingi yoksa... Nedenlerinden biri de sizsiniz... Siz ve sizin gibi futbola sığ bakanlar yüzünden, İstanbul’da maç oynayamıyor Milli Takım... TFF’nin bulduğu çözüm mükemmel! Konya’da oynatıyor, Antalya’da oynatıyor!
Şampiyona bitti, hesaplarınız bitmedi... Facebook’tan yazdınız... Twitter’dan yazdınız... İnstagram’dan yazdınız...
Yaza yaza bitiremediniz öfkenizi....
Sizin bir kaşık suda yarattığınız fırtına sürerken...
Fatih Terim; Arda Turan’ı, Gökhan Gönül’ü, Burak Yılmaz’ı, Selçuk İnan’ı kadro dışı bırakmışken...
Hırvatistan ve Ukrayna ile berabere kaldık.
Bilecik kadar nüfusu olan İzlanda’ya 2-0 kaybettik.
Rusya’da yapılacak Dünya Şampiyonası’na katılma hayallerimiz vardı, (size rağmen bizim halen umudumuz var) ama büyük avantaj kaybettik.
Ne oldu şimdi?
Ne değişti?
Prim hesaplarınız... Transfer kaygınız... Birbirinizle kavganız bitti mi?
Kosova’ya gol attığımızda kulübeye koşup Fatih Terim’e mi sarılacaksınız, hiç bir şey yaşanmamış gibi...
Yoksa saha içinde gözyaşları döküp, herşeyi unutmamızı mı isteyeceksiniz?
Diyelim ki hepsine kabulüz...
Fakat artık galip gelseniz bile kazanamayabilirsiniz...
Çünkü bekliyoruz...
Bizlerden...
Kayıtsız-şartsız Milli Takım’a gönül verenlerden ne zaman özür dileyeceksiniz?
‘’Aydınus taşa takıldı!‘’
Sicilya’nın bir kasabası varmış... Kadınları hiç rahat durmaz, ikide bir kocalarını aldatırlarmış. Kasabanın yaşlı papazı, kocasını aldattıktan sonra kendisine gelen ve günah çıkartan kadınlardan bıkmış. Günlerden bir gün, yine bir kadın gelmiş, “Papaz efendi! Şeytana uyup yine kocamı aldattım” demiş. Papaz öfkelenmiş: “Ayıptır günahtır, sürekli kocamı aldattım diye geliyorsunuz. Bundan sonra en azından ‘ayağım taşa takıldı’ deyin, ben anlarım.”
Bu durum, kadınlar arasında anında yayılmış. Kilisedeki yoğunluk hiç azalmamış, artık kadınlar “Ayağım taşa takıldı” diyor; papaz günah çıkartıyormuş. Gün gelmiş, ihtiyar papaz ölmüş. Yerine gelen yeni papazın da ‘taşa takılma’ seansları sürüyormuş. Durumdan bihaber olduğu için, “Ne kadar namuslu bir kasaba. Hanımların ayağı taşa takılsa, günah çıkartmaya geliyorlar” yorumunu yapıyormuş. Bir gün, papaz ile Belediye Başkanı buluşmuş, sohbete koyulmuşlar. Papaz, Belediye Başkanı’na bir ricada bulunmuş:
“Başkanım, derhal kaldırımları onarın. Kasabanın hanımları, hemen her gün taşa takılıp düşüyorlar...”
Bir önceki papazın durumu anlattığı Başkan kahkahalarla gülmeye başlamış. Bu tavırdan çok rahatsız olan papaz, Başkan’a yüksek bir ses tonuyla cevabı yapıştırmış:
- “Başkan. Gülüyorsunuz ama, en çok da sizin eşiniz taşa takılıyor...”
Fırat Aydınus, o penaltıyı çalınca... O gece tv’lerde, ertesi gün gazetelerde yorumları okuyunca... Özellikle de kimi eski hakemlerin yazdıklarını görünce... Aklıma bu hikaye geldi.
Fırat Aydınus’un verdiği penaltı, bana göre de ağır... Ama bu penaltıdan yola çıkarak, bu ülkenin eli ayağı en düzgün adamına, Mehmet Topal’a ‘emek hırsızı’ muamelesi yapmak... Çift sarı karttan atılan Ceyhun’u aklamaya çalışmak da en az penaltı kararı kadar ağır değil mi?
Fırat Aydınus’un ilk hatalı kararı değil ki bu? Ya da “Aydınus operasyon yaptı” diyen eski hakemlerin, kariyerlerinde kimbilir kaç tane böyle penaltı var, bilmiyor muyuz? Malesef durum şu...
Futbolumuz bu, futbolcularımız bunlar, hakemlerimiz de bu kadar...
Tam anlamıyla bir santrforu olmayan Milli Takımımız var mesela... Kaptanı kadro dışı bırakılmış; sağ beki tu kaka ilan edilmiş, orta sahadaki beyni yok sayılıyor. Milli duygumuz yok, “Tek kuruş prim almadım” diyen adama üzülüyoruz amma... 500 bin TL prim aldığı ortaya çıkıyor. (Ülkede asgari ücret 1300 TL...) Bu ülkenin iki numaralı liginin, ilk 6 haftasında yayın yoktu. Tribünde taraftar, ekranlarda yorumcu yok... (Layığı ile orada olanları tenzih ederim. Sözüm; bir gün din, bir gün siyaset, bir gün ekonomi, bir gün spor konuşanlara... Onlara çanak tutan, siyasi rant peşinde koşup ceplerini doldurmak olanlara...)
Gerçek teknik direktörlerimiz iş bulamıyor, takım yönetme belgesi (Pro Lisans) olmayan futbolcu eskileri cirit atıyor kulüplerimizde...
Kurallar yok sayılıyor. Değeri 3.3 milyar TL olarak gösterilen ligimizi, tek bir adam yönetiyor!
Ve ‘spor’, pardon ‘futbol’ yorumcularının bu haftaki tek konusu: Fırat Aydınus... Yarın Hüseyin Göcek olur, sonraki hafta Bülent Yıldırım... Dünyanın saygı duyduğu Cüneyt Çakır’ı bile beğenmiyor ki zaten onlar.. Ve Cüneyt Çakır, belki de dünyada en az Türkiye’de saygı duyuyor!
Siz hiç o adamların Başakşehir’i konuştuğunu duydunuz mu sahi?
H
Ülkemizin ‘sporunu’, pardon ‘futbolunu’ işte bu zihniyet kurtarıyor!
‘’Aziz Yıldırım ve Ali Koç‘’
1998 yılı Şubat ayında seçildiniz. 1 oy farkla, Vefa Küçük'ü geçtiniz. Vefa Bey gelse ne olurdu bilemem; ancak elimizde somut gerçekler olduğu için şunu rahatlıkla söyleyebilirim: İyi ki seçilmişsiniz. Çünkü Fenerbahçe’ye asla unutulmayacak eserler verdiniz.
Şükrü Saracoğlu Stadı'nı bir mabed yaptınız. Faruk Ilgaz’ı yeni baştan inşa ettiniz. Samandıra'da şahane kamp tesisi yaptınız; Can Bartu'nun adını verdiniz. Altyapı tesislerini harika bir görüntüye kavuşturdunuz; bir efsanenin, Lefter Küçükandonyadis'in adını verdiniz.
Vefa Küçük'ün, Divan Kurulu Başkanlığı'na getirilmesine destek verdiniz. Olimpik Yüzme Havuzu yaptınız. Ankara'ya, 5 yıldızlı İncek Tesisleri'ni; Düzce'ye 7 yıldızlı Topuk Tesisleri'ni yaptınız. Ataşehir'in kalbine Ülker Arena'yı yaptınız. Sapanca’yı yenilediniz. Konukevi'ni yaptınız. Müze’yi kurdunuz, en başa Atamız’ı koydunuz. Koleji kurdunuz. Rahmetli Mustafa Koç'un katkısıyla kurulan Fenerium'u dünya piyasalarında bilinen bir marka haline getirdiniz.
Futbolda, basketbolda, kürekte, voleybolda, yüzmede, atletizmde, masa tenisinde şampiyonluklar yaşadınız. Her branşta milli takımlara sporcu verdiniz.
Sağlığınızı kaybettiniz. Günün her saati kulüpteydiniz, kızlarınızın nasıl büyüdüğünü göremediniz.
Hapse attılar, özgürlüğünüzü kaybettiniz... Dünyada görülmedi, hapisteyken kongreye girdiniz, bütün camia size oy verdi, koğuşta yeniden Başkan seçildiniz. Siz 'vefa' gösterdiniz; size 'vefa' gösterdiler.
Açıkça söylemeliyim ki; kişisel fikrim, büyük savaşı kazanmadan gemiyi terk etmemeniz. Daha açık ifade edeyim: FETÖ ile verdiğiniz amansız mücadeleyi, Yargıtay'da resmen kazanıp gitmeniz. Ancak hayatın gerçekleri farklı... Birileri televizyonda, birileri statlarda, birileri sanal alemde yükleniyorlar. İsyan ediyorsunuz, haklı da olabilirsiniz, fakat ortaya çıkan tablo, hoş değil. Sizi yaralıyor.
"Fenerbahçe'yi güvenilir birine teslim etmek istediğinizi" herkes biliyor. 3 Temmuz sürecinde sizler içerideyken, 'O' dışarıdaydı. İşini gücünü bir kenara bıraktı; kelimenin tam anlamıyla omuz omuza çarpıştı.
Bugün, Aziz Yıldırım ile Ali Koç'un kafa kafaya verip, Fenerbahçe'yi nasıl aydınlık bir geleceğe taşıyacaklarını konuşacağı gündür. Bugün, Aziz Yıldırım'ın 18 yıldır gururla taşıdığı ve adını efsane olarak tarihe yazdırdığı o bayrağı Ali Koç'a elleriyle teslim etmesi gereken gündür. Bugün, kavga değil uzlaşma günüdür. Bundan 18 yıl önce 1 oyla başkan seçilmiştiniz. Belki de o 1 oy Ali Koç'tan gelmişti size... Şimdi o 1 oyu, Ali Koç'a vermelisiniz, ödeşmelisiniz. Her son, aslında bir başlangıçtır; Bunu bilmelisiniz.
Şair der ki;
"Bazen gitmek gerekir.
Her şeyi öylece olduğu gibi bırakıp; geldiğinde bulamamayı göze alıp, gidebilmek gerekir. İleriye daha umutla bakabilmek için, ardında bıraktıklarına aldırmadan; yüreğinin sızısını da cebine koyarak...
Omuzuna koyduğun yıldızlı tüm rütbeleri sökerek, herkese ait olan ve herkesce görünen tek yıldızın, kutup yıldızı olduğunu idrak ederek, gitmek gerekir.
Yüreğine hoş bir seda, kocaman umutlar koyarak; ardında çamurlu bir vosvos, sarı lacivert bir aşk, iki küçük kalbe sığmış iki kocaman dünya bırakarak, gitmek gerekir.
Ve aslında gitmek için hiçbir zaman, gitmek zorunda kalmayı beklememek gerekir.”
‘’Fenerbahçe ruhu‘’
Yıllar yıllar önce... Dereağzı’nda barakaya benzeyen bir bina. Soba ile ısıtılıyor içerisi... Biraz sonra çamur deryasında idmana çıkacak olan futbolcular, sobanın başında... Rıdvan Dilmen, Aykut Kocaman ve o dönemin yıldızları... Her Fenerbahçeli’nin gurur duyduğu o takım, işte bu şartlarda çalışır, sahaya çıkar, tribündeki taraftarlarını mutlu ederdi.
Yaz bitmiş, sonbaharın ilk günleri... Puslu bir Düzce sabahı. Topuk Yaylası’nda onlarca taraftar, 3 Temmuz ile sarsılan takımına sahip çıkıyor. Fenerbahçe TV canlı yayında, futbolculara duygularını soruyor.
Selçuk Şahin birkaç kelime ettikten sonra susuyor, konuşamıyor, ağlıyor. Çünkü o sahiplenme-sahiplenilme duygusu, Selçuk’u profesyonel bir futbolcu olmaktan çok daha farklı bir noktaya getiriyor.
Saracoğlu’nda Fenerbahçe’nin gelmiş geçmiş en önemli yıldızlarından biri, yıldızlara uğurlanıyor. Lefter’in tabutunu, futbolcular taşıyor. En önde kim var, biliyor musunuz? Ziegler... Adam İsviçreli, nereden bilecek Lefter’i, ya da Lefter’in Fenerbahçe için ne ifade ettiğini. Öğrenmiş, omuz atmış tabuta...
Sahipleniyor Fenerbahçe’nin tarihini...
3 Temmuz patlamış, başta Aziz Yıldırım olmak üzere, bir çok yönetici içeride... Dışarıda olanların bir çoğu da birkaç adım geride duruyor. Çünkü işin şakası yok; aykırı duranlar Metris’e giriyor. Bir Ali Koç vardı benim gördüğüm meydanlarda, bir de Aykut Kocaman... Hiç geri adım atmadılar.
Türkiye’nin en büyük şirketinin veliahtı Ali Koç, bir gün bile ‘bana ne’ demedi. Parlak bir kariyeri olacağı kesin gözüken Aykut Kocaman, bir gün bile kendi geleceğini düşünmedi.
Ali Koç ağladı televizyon kameraları önünde kahrından... Aykut Kocaman ailesine ayırmadığı vakti, Fenerbahçe’ye ayırdı. Bir teknik direktör değildi o dönem sadece; hem yönetici hem ağabey hem arkadaş hem de teknik direktördü Fenerbahçe’de...
Fenerbahçe taraftarı bir gün bile durmadı. Bir gün köprüden karşıya geçtiler, bir gün Bağdat Caddesi’nde sel olup aktılar, bir gün Silivri’ye, bir gün Metris’e gittiler. Her duruşma günü Çağlayan’a gittiler; gaz yediler, dayak yediler, ama her duruşma günü yine-yeni-yeniden Çağlayan’a gittiler.
Şimdi... Samandıra’sı var Fenerbahçe’nin, tam teşekküllü bir futbol tesisi... Topuk Yaylası var; bir cennet vadisi, gerçek bir kamp tesisi... Dereağzı var, doğalgazla ısınan, 10 numara sahaları olan... Stadı var, ısıtmalı, 50 bin kişilik, şahane...
Ama soba başında ısınıp idmana çıkan Rıdvanlar’ı Aykutlar’ı yok... Hiç tanımadığı bir adamın tabutuna omuz veren Ziegler’i yok... Selçuk Şahin’in gözyaşları yok... Kendisini Fenerbahçe’ye adayan Ali Koç’u yok... Fenerbahçe’ye, ailesinden daha çok zaman ayıran, kariyerini geri plana atan Aykut Kocaman’ı yok... Ve belki de hepsinden önemlisi; cadde cadde, cezaevi cezaevi, mahkeme mahkeme armanın peşinden koşan taraftarı yok. 3 Temmuz 2011’de yakalanan ve aslında Fenerbahçe tarihinin özeti olan o duygusu yok: Ruhu yok...
Fenerbahçe’nin yüzleşmesi gereken asıl sorun budur. Yoksa Ziegler gider, İsmail Köybaşı gelir... Aykut Kocaman gider, Dick Advocaat gelir... Selçuk gider, Souza gelir...
Fenerbahçe ‘han’dır çünkü, gelip geçenler ‘yolcu’...
Kaybetmemesi gereken tek bir gerçeği vardır Fenerbahçe’nin... Ve görünen o ki, ‘o ruh’, Fenerbahçe’yi terk etmek üzeredir.
‘’Şeref meselesi!‘’
Biat etmek... Anlamı şudur: Bir kimsenin egemenliğini, yönetimini tanımak, kayıtsız şartsız kabul etmek. Bir kimseye bağlılığını bildirmek...
★
İnsanoğlunun başına gelmiş en büyük felaketlerden biridir.
★
Çünkü özgürlüğü bitirir, insana birey olma olgusunu kaybettirir. Düşünemezsin; çünkü senin yerine düşünenler vardır. Soramazsın; çünkü soruları onlar belirler, cevapları onlar verirler. Özgür olamazsın; çünkü sınırlarını çizmişlerdir, dört duvarla çevrilmiş küçücük bir odaya hapsetmişlerdir seni... Dışarı kaçamazsın, yok ederler...
★
Hayatın her alanında olduğu gibi, sporda da ‘biat kültürü’ hakim şu sıralar... Kimi zaman menacerlerdir biat ettikleriniz... Kimi zaman teknik adamlar... Kimi zaman yöneticiler, başkanlar... Kimi zaman da sportif direktörler...
★
Aykırı davranırsan, ‘sistem dışı’ kalırsın. Kendi etrafında kurdukları sanal dünyalarında, tek hakimdir onlar. Sadece ‘biat edenler’i yanlarında tutarlar.
★
Yeteneklerin vardır; gösteremezsin... Arzun, isteğin vardır; veremezsin... Hak ettiklerin vardır; alamazsın... Söyleyeceklerin vardır; konuşamazsın... Gözyaşların vardır; ağlayamazsın...
★
Dedik ya; karar vericinin elindedir her şey...
★★★
Fatih Terim’in Arda Turan’ı, Gökhan Gönül’ü, Burak Yılmaz’ı, Selçuk İnan’ı A Milli Takım’a davet etmemesi konuşuluyor günlerdir. Gökhan Gönül’den, Selçuk İnan’dan, Burak Yılmaz’dan çıt çıkmadı. Fakat Arda Turan, Fatih Terim’in gönderdiği ‘şeref’ özneli mesajı, televizyon ekranlarından yeniden hocasına yolladı. Belli ki aralarında geçenler, ‘babaoğul’ kavgası, ‘hoca-öğrenci’ atışması kadar basit değil...
★
Bugün Fatih Terim yönetir Milli Takım’ı; yarın Şenol Güneş, Aykut Kocaman veya bir başkası... Bugün Arda Turan’dır kaptan; yarın Mehmet Topal olur, Enes Ünal olur veya bir başkası... Yani; Milli Takım ‘han’dır, gelip geçenler ise ‘yolcu’...
★
Gelinen noktada; hem Fatih Terim’in hem de Arda Turan’ın hatırlaması gereken bir gerçek var. Burası Türkiye A Milli Futbol Takımı... Sahibi, ne Fatih Terim ne de Arda Turan... Bu takım bizim, bu takım bu ülke sınırları içinde yaşayan ve bu bayrağa, bu formaya gönülden destek olan milyonlarca halkın...
★
Artık bitmeli bu kriz... Ya çıkıp açıklasın Fatih Terim, Arda Turan’ı neden Milli Takım’a almadığını... Ya da Arda Turan çıkıp açıklasın, Fatih Terim’in kendisini neden Milli Takım’dan uzaklaştırdığını...
★
Televizyon ekranlarında köşe kapmaca oynamakla olmaz... Bu takım, iki kişinin demeç savaşlarıyla yıpratılmaz. Artık bu kriz bitmeli...
★
Çünkü bu takımın ‘Şan’ı ‘Şeref’i var...
‘’Köyün delisi‘’
Pahalı takım elbiseler, pahalı saatler, lüks otellerde krallar gibi yaşamak varken... İçindeki köye döneceğini söylüyor Mustafa Reşit Akçay... İnsan, bu kadar boş adamın var olduğu spor dünyasında, onun gibi ezber bozan isimleri görünce bırakmak istemiyor. Gidersen eğer, kaçtın kabul ederim!
“Daha yüksek binalarımız, ama daha kısa sabrımız var. Daha geniş otoyollarımız, ama daha dar bakış açılarımız var. Daha çok harcıyoruz, ama daha az şeye sahibiz; daha fazla satın alıyoruz, ama daha az hoşnut kalıyoruz. Daha büyük evlerimiz, ama daha küçük ailelerimiz; daha çok ev gereçleri, ama daha az zamanımız var. Daha çok eğitimimiz, ama daha az sağduyumuz; daha fazla bilgimiz, ama daha az bilgeliğimiz var. Daha çok uzmanımız, ama yine de daha çok sorunumuz; daha çok ilacımız, ama daha az sağlığımız var.
Çok geç saatlere kadar oturuyor, çok yorgun kalkıyoruz. Çok az okuyor çok fazla televizyon izliyoruz ve çok ender şükrediyoruz. Mal varlıklarımızı çoğalttık, ama değerlerimizi azalttık. Yaşamımıza yıllar kattık, ama yıllara yaşam katamadık. Aya gidip gelmeyi öğrendik, ama yeni komşumuzla karşılaşmak için caddenin karşısına geçmekte sorunumuz var. Dış uzayı fethettik, ama iç dünyamızı edemedik. Daha büyük işler yaptık, ama daha iyi işler yapamadık. Havayı temizledik, ama ruhumuzu kirlettik. Atoma hükmettik, ama önyargılarımıza edemedik. Daha çok yazıyoruz, ama daha az öğreniyoruz. Daha çok plan yapıyoruz, daha az sonuca varıyoruz. Koşuşturmayı öğrendik, ama beklemeyi öğrenemedik. Zaman artık, hızlı hazırlanan ve yavaş sindirilen yiyeceklerin; büyük adamlar ve küçük karakterlerin; yüksek kârlar ve sığ ilişkilerin zamanıdır. Günümüz artık, iki maaşın girdiği ama boşanmaların daha çok olduğu, daha süslü evler, ama dağılmış yuvaların olduğu günlerdir.
Bu günler, hızlı seyahatler, kullanılıp atılan çocuk bezleri, yok edilen ahlâki değerler, bir gecelik ilişkiler, obez bedenler ve neşelendirmekten sakinleştirmeye hatta öldürmeye kadar her şeyi yapabilen hapların olduğu günlerdir. Vitrinlerde her şeyin sergilendiği, ama depolarda hiçbir şeyin olmadığı bir zamandayız. Yaşam, aldığımız nefes sayısıyla değil, nefesimizi kesen anların sayısıyla ölçülür.” (George Carlin, Amerikalı bir komedyendi. 11 Eylül saldırısı ve eşinin ölümü üzerine bu satırları yazmıştı. Ben de daha önce size aktarmıştım. Fakat bir kez daha yazmak şart oldu.)
Hayatın her alanında olduğu gibi, sporda da iyi ve içi dolu insanları arıyor gözlerimiz. Bulduğumuz zaman da bırakmak istemiyoruz. Çünkü İtalyan takım giyip, kameralar önünde şov yapan... Yaptığı iş bir adım iken, kilometrelerce yol kat etmiş gibi davranan... Kendini, kapasitesinin çok daha üstünde gören ve bunun farkına bile varmayan... O kadar boş adam var ki buralarda...
“Endüstriyel futboldan ayrılacağım. Duygusal biri olmam nedeniyle çalıştığım bu sektör, bende oldukça fazla tahribatlar yaptı. Ancak bu mesleği çok sevmem nedeniyle üretken yanımı altyapı faaliyetleri ile sürdürme kararı aldım. ”
Bu sözler, dün UEFA’nın resmi sitesinde yer aldı. Sahibi; Mustafa Reşit Akçay... Geçmişte de şunlar dökülmüştü dudaklarından...
“Afaki konuşmamak, popülist olmamak lazım. Türk Futbolu’nun içine bunlar etti zaten.”
“Hümanist yanı olup insanlara karşı olan sevgisi üst düzey olan inançlı bir anarşistim.”
“Rüzgârlar eserken aptallar duvar örermiş. Akıllılar yeldeğirmeni yaparmış. Şu an yeldeğirmeni yapma zamanı.”
UEFA, “Aranızda bu teknik direktörün ismini söyleyebilecek biri var mı? Avrupa’da 19 maçtır kaybetmiyor..” diye sundu senin röportajını... Ezber bozan bir adamsın sen... Bu nedenle bırakıp gidemezsin. Gitmemelisin...









































